12 Aralık 2011 Pazartesi

INETA

INETA (Uluslararası .Net Derneği) Yazılımcılar İzmir'de buluşuyor etkinliği 10-11 Aralık 2011 tarihinde Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Turgut Yazıcıoğlu Konferans Salonu'nda gerçekleşti. Aslında daha merkezi yerler ayarlamak konusunda Öykü Küçet ile Ege Üniversitesi'nin birçok yerini dolaştık; ancak Spor Daire Başkanlığımız bizlere pek yardımcı olamadı. İstediğimiz kadar merkezi bir salon ayarlayamamış olsak da etkinlik oldukça keyifliydi.
Etkinliğin ilk gününde Windows Phone 7.5 ile Daron Yöndem, Roslyn ile Fatih Boy, ASP.NET 4.5 ile Mahmut Temur ve WF ile Sertay Halka sunumlarını yaptılar. Günün sonundaki panel ise tam anlamıyla muhteşemdi. İlk gün bittiğinde Daron Hoca bizlere sabah kahvaltımızı güzel yapıp, çok dinamik gelmemiz gerektiğini tembihledikten sonra ilk günü kapattık. İkinci ve son günün ilk sunumu gerçekten de Daron Hoca'nın tembihlerini haklı çıkarır durumdaydı. Daron Yöndem Windows Azure ile öyle bir giriş yaptı ki; sunumu bittiğinde aşırı dozdan salonda bayılanlar vardı (şaka olduğunu söylememde yarar var). Windows Azure'daki yüklemeden sonra Mahmut Temur HTLM5 ile gelen yenilikleri anlattı. Eee bu kadar konunun üstüne bir arayı hak etmiştik. Öğlen yemeğini hocalar ile birlikte Ege Üniversitesi'nin bir cafesinde yedik. Güne yemek sırasında Daron Hoca'nın cafe'de yaptığı müthiş telefon konuşması (ingilizce) damga vurdu. Cafe'den çıkarken bir kaç kişi Daron Hoca'dan imza istiyordu ki hep beraber zar zor kaçtık =) Yemekten sonra programlama dillerinin olmazsa olmazı CAMBAZ debugger ile Fatih Boy yemekten aldığı enerjiyi bizlere aktardı. Fatih Hoca'dan sonra sahneye çıkan Sertay Halka WCF ile bizleri büyüledi. Yazdığı chat uygulaması ile yeni bir MSN mi geliyor soruları izleyiciler arasında büyük merak uyandırdı. Tam her şey bitti ne güzel gideceğiz derken Muammer Benzeş Windows 8 Hyper-V ile sahneye atladı. Hyper-V konusunda gösterdiği demolar ile oldukça etkileyiciydi. Biz yazılımcılar için bir çok kolaylık sağlayacak olan Windows 8'i bu sunumdan sonra dört gözle bekliyoruz.
Etkinliği bitirip salonu güzelce kapadıktan sonra, uçağa daha vakit vardı. Yemek yemesek olmazdı. Sertay Hoca'nın kullandığı araba önderliğinde -hala nasıl gittiğimizi anlayamadığımız (biraz hızlı bir yolculukla) ve sanırım daha uzun süre anlayamayacağımız (biraz değil sanırım baya hızlıydı!)- bir restoranda oldukça keyifli ve bol kahkahalı bir yemek yedik. Yemekten sonra uçağı olan hocalarımız ile vedalaşıp etkinliği resmi olarak bitirdik. Bir daha ne zaman gelecekler bilmiyorum ama tek dileğimiz en yakın zamanda tekrar gelmeleri.

15 Kasım 2011 Salı

Sanat‘ÇI’

Şu aralar ne kadar çok hayal kuruyorum; ama hayal kurmak iyidir, zihni güçlendirir. O nedenle hadi gelin bir hayal kuralım...

Diyelim ki Fırutya diye bir ülke var dünyada ve bu ülkede sanata son derece büyük bir saygı gösteriliyor. Ben bu hayalimde saygıyı gösteriş biçimleri olarak kıyafetleri kullanmak istiyorum. İstisnasız her konserde insanlar takım elbiselerini giyiyor, bayanlar tuvaletlerini, biraz daha genç olan erkekler kumaş pantalon ceket, genç bayanlar ise kısa elbiseler; ortam oldukça şık. Peki neden böyle? Siz hiç sahnede şortla çalan bir kemancı gördünüz mü veya üstünde bir marka olan t-shirt olan bir flütçü. Görmediniz, göremezsiniz. Onların size gösterdiği saygı buysa siz de onlara bu saygıyı göstermelisiniz. En basitinden empati yapın siz elbisenizi veya takımınızı giymiş sahnedesiniz karşınızda seyirciler yazlıktan gelme şortlarla veya kot pantolonlarla. O anda ne hissedersiniz? Hislerinizi bir düşünün, düşündüyseniz hayal etmeye devam edelim. Bir de başka bir ülke var Tarlize. Bu ülkede de konserlere insanlar normal şekilde giyinip gidiyorlar; ancak benim hayalimde insanlardan çok başka bir grup önemli. Hatta bu ülkede hayali bir şehrimiz olsun İzpür. Bu İzpür şehrinde bir konservatuar var ve bu konservatuarın öğrencileri konserlere hiç özenmeden, arkadaşlarıyla buluşmaya gider gibi gidiyorlar. Benim burada sormak istediğim şu: Normal insanlar ne giyerse giysin, o da kesin tartışılır ama siz yıllar sonra sahnenin öbür tarafında olacaksınız. Siz orada papyonla veya elbise ile otururken karşınızdaki insanlar sizin gibi gelse ne düşünürsünüz? Diyecekler ki hemen aman gelsinler ne olacak. O işler maalesef öyle değil. Ben üzerinde çok fazla konuşmak istemiyorum. Sadece hayal ettim, sizin de hayal etmenizi istiyorum. O gençlerin beş-on yıl sonra gelecekleri yerlere ne kadar saygı gösterdiğini, o konserleri ne kadar önemsediklerini düşünmenizi istiyorum. Diyeceksiniz ki sadece giysi ile saygı olmaz, haklısınız kesinlikle katılıyorum; ama çok daha gelişmiş, medeniyetin beşiği olan Fırutya isimli ülkede durum neden böyle değil?

Bitirirken hatırlatmakta yarar var: Yukarıda yazanlar tamamen benim hayal ürünümdür. Tüm ülke ve şehir isimleri hiçbir şekilde hiçbir yer ile bağlantılı değildir. Amacım kesinlikle birilerini rencide etmek değil; aksine insanların biraz düşünmelerini sağlamaktır. Lütfen üzerinize alınmayın, sadece üzerine düşününüz.

6 Kasım 2011 Pazar

Ölüm Sol Cebimde

Takvim yaprakları 6 Kasım 2010’u gösteriyordu....

Charles Bukowski bir kitabında der ki: Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümüne ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: “Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım.”

Ben de -gayet kısa olan- hayatım boyunca hep ölüme bu kadar yakın olduğumu düşünüyordum; hatta Bukowski’nin bu sözlerini okuduğumda “Tanrım! Bu sözler benim için yazılmış” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Ben ki ölümün aslında bu kadar yakın olduğunu, sol cebimden hiç çıkarmayan bir kişi; aslında ölüme yakın olmak hakkında hiçbir şey bilmediğimi anladım. Ölüme yakın olmak, bunu bilmek veya düşünmek değil! Bilmek veya düşünmek uçsuz bucaksız çöldeki bir kum tanesi sadece. Nasıl o kum tanesine bakıp çölü hayal edemezseniz; ölüme ne kadar yakın olduğunuzu düşünerek de ölüme yakın olmanın ne demek olduğunu hayal edemezsiniz.

İnsan beyni, Einstein’ın da söylediği gibi görecelidir. Gerçek zamanla geçen her üç saniye beyinlerimiz tarafından üç saniye olarak algılanmaz. Kimi zaman hiç hissetmedim ne çabuk geçmiş veya sanki zaman ilerlemiyor cümlelerini mutlaka duymuşuzdur. İşte bu beynimizin bize yarattığı bir oyun. İster algıda seçicilik diye adlandırın, isterseniz zamanın göreceliği... Kuduz bir köpekten kaçtığınız üç saniye sizin için üç dakika gibidir. Hiçbir zaman beyniniz onun üç saniye olduğunu algılamaz, sizin oraya yaptığınız hareketler -belki de her biri milisaniyeler içinde gerçekleşiyordur- sizin için çok uzun birer harekettir. Her anı o kadar net hatırlarsınız ki, işte zaman sizin için yavaşlamıştır. Hayatımızda birçok kez karşımıza buna benzer durumlar çıkacaktır. O baskı, stres ve korku anlarında çok kısa sürelerde çok doğru kararlar vermek zorunda kalacağız. Aslında bunu Amin Maalouf’un şu sözüyle düzelteyim: “Öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir.” Hatta bazen verdiğimiz kararlardan sonra pişman olacak zamanımız olmayabilir.

Tüm bunları neden anlattım değil mi? Hayatınızda ölüme çok yaklaştığınız anlarda, zaman öyle durağanlaşacaktır ki; işte o anlarda ölümün ne olduğunu kemiklerinize kadar hissedeceksiniz. İşte o anlarda göreceksiniz ki, düşündükleriniz sadece birer kum tanesi. Gerçek... Gerçek acımasız, daha şunu yapacaktım demeye kalmadan bir bakmışsınız ki her şey bitmiş. İşte ölümü düşünmek ile hissetmenin en büyük farkı burada. Ölümün yakınlığını düşünenler; ölmeden şunu yapayım, şunu söyleyeyim, bu içimde kalmasın, bu böyle olsun gibi birçok şey geçiriyorlar akıllarından; işte öyle olmuyor. Ölümü hissettiğiniz anda, yapmadığınız o kadar çok şey olmasına rağmen bittiğini düşünüyorsunuz. Bazen bir yerlerde okursunuz “bugün hayatınızın son günü olsa ne yapardınız”, işte o gün bugün diyeceğimi sanıyorsanız yanıldınız. O gün dündü ve bitti, şimdi öleceksiniz. Umarım ölümü gerçekten hissetmenin ne demek olduğunu biraz olsun anlatabilmişimdir.

...Keskin bir fren sesi duyuldu ve ardından kamyona çarpan araba görüldü. İnsanlar büyük bir telaşla arabaya koştular. Arabadaki manzaradan herkes korkuyordu. Arabanın yanına geldiklerinde büyük bir şans eseri arabanın içindeki gencin burnu bile kanamıyordu...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Ege Akdeniz Turu 6. (Son) Gün

Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kan değil; bir sondur bizim için. Son güne uyanmıştık. Akşam bıraktığımız polis oradaydı kendisine teşekkür edip denize girecek bir yer sorduk, bize bir plaj önerdi. Bu ülkede hala iyi insanlar var. Evet evet hala bir umut var. Polisin bize gösterdiği plajın yolunu tuttuk. Kaş’ın en meşhur iki plajından bir tanesiymiş Büyük Çakıl Plajı.

Kaş'tan Sabaha Karşı Bir Kare

Kahvaltılıklarımızı yanımıza aldık denize girip çıktıktan sonra, sahildeki kayaların üstünde gezinin son kahvaltısını yapacaktı. Deniz sabah saatinin verdiği serinlik ile olabildiğine soğuktu, uykudan eser kalmamıştı. Son gün için oldukça önemli; çünkü durmadan İzmir’e kadar uzun bir yol var ve uyku bu yol için en son isteyeceğim şey. Deniz kenarında son peynir ve peksimetimiz ile kahvaltımızı yaptık. Kaş ve dolayısıyla gezi bizim için burada sona eriyordu. Artık rotamız İzmir’di. Dönüş için gezmeden düm düz bir rotadan İzmir’in yolunu tuttuk. Yol ile ilgili anlatacak bir şey yok.

Ege-Akdeniz Turu’nun tamamı için bir şeyler söylemeden olmaz. Yurdumun güzel sahil şeridinde hala insanların ulaşamadığı güzel yerler var. Umarım onları koruyabiliriz. Gezdiğimiz sahil şeridi boyunca denizler birbiri ile yarışıyordu; ben daha turkuazım, ben daha güzelim diye. Siz siz olun en azından şöyle bir kaç gün ayırıp gezin. Bizim kadar yolu uzatarak, kuş uçmaz kervan geçmez yollardan değil belki de ama mutlaka gezin. Bu şeridi gezip görmediyseniz Ege ve Akdeniz hakkında konuşurken bir durup düşünün. Diyeceksiniz ki diğer taraflar da güzel; eğer oralara güzel diyorsanız bu rotaya kesinlikle aşık olacaksınız. Ahh keşke biraz daha kıymetini bilsek, korusak bu şeridi. Bir gün olacak...

Tur yazılarının sonuncusunu sonlandırırken hiç bir yere gitmeseniz bile en azından Bodrum’a gittiğinizde Gümüşlük’te güneşi batırın ve Muğla Dalyan’da şöyle bir göl sefası yapın, benden size tavsiye.

12 Ağustos 2011 Cuma

Ege Akdeniz Turu 5. Gün

Sabah çöp kamyonu sesi ile uyanacağımızı hiç hayal etmemiştik; ancak mutluyuz, belediye iyi çalışıyor. Sabahın kör vaktinde, kimselerin olmadığı, herkesi uyuduğu bir zamanda çöpler toplanıyor; dolayısıyla insanlar bu görüntü kirliliği ile karşılaşmıyor. Bizim gibi arabada uyuyanlara da oh olsun, böyle uyanırsınız işte. Hızlı bir kalkışın ardından hemen Saklıkent’in yolunu tuttuk.

Saklıkent

Saklıkent’i mutlaka görmelisiniz. O buz gibi suyuna ayağınızı sokmalı veya en azından elinizi yüzünüzü yıkamalısınız. Benim ameliyatlı dizim nedeniyle kaynağın oraya inip karşıya geçemedik; kaygan taşlar varmış, ancak sizin bir sıkıntınız yoksa mutlaka kaynağa doğru yürümelisiniz. Saklıkent gezisinin ardından nehrin yanındaki kafelerin birine oturduk. Nehrin yanı dedim ama içi demek daha doğru olur. Vaktiniz varsa bir gözleme yiyebilir ya da en azından bir çay içebilirsiniz. Saklıkent sefasından sonra kendimizi Kalkan’da bulduk. Kalkan’ın dik sokaklarında fazla dolaşamadık, kenardan kenardan gezip bol bol fotoğraf çekmeye çalıştık. Denizi gören bir yerde öğlen yemeğinin ardından Kaş’a geçme kararı aldık. Evet, haklısınız programı biraz hızlı çekime almış gibiyiz; ama hayat her zaman sizin istediğiniz gibi gitmiyor. Kaş’a giderken yol üstünde meşhur Kaputaş Plajı’nda* denize girmeden olmaz.

Kaputaş Plajı'nın Tepeden Görüntüsü

Yol kenarında sürüsüyle göreceğiniz arabalar arasında hemen kendinize bir yer bulun ve park edin. Aşağıya baktığınızda görüntü sizi korkutacaktır, buraya nasıl ineceğim, haydi indim sonra nasıl çıkacağım demeyin! Mutlaka inin yine müthiş bir deniz sizi bekliyor olacak. Kaç basamak indik hiç bilmiyorum; ama söylediğim gibi buna değdi. Üç saat kadar denizin keyfini çıkardık, bol bol fotoğraf çekildik ve kumların tadını çıkardık. Deniz keyfi güneşin etkisini kaybetmesi ile sona erdi ve son durak gelip çatmıştı. Sonunda Kaş’taydık. Sonunda yerine maalesef desek daha doğru olur. Kaş bize Foça’yı hatırlattı. Foça’yı bilenler iyi bilirler bir vazgeçilmezdir Foça. Kaş’da çarşısı, deniz kıyısındaki kafeleri ve restoranları ile ikinci bir Foça gibi. Geç saatlere kadar dolaştık ve fotoğraf çekildik. Saat geç olduğunda yatacak bir yer bulmak zorundaydık, dolandık dolandık ve sonunda Kaş Belediyesi’nin önünde bir yer bulup park ettik. Koltuklarımızı yatırmış, tam uyuyacakken bir polis yanımıza geldi. Her şeyin bittiğini, yeni bir yer bulacağımızı düşünüyorduk ikimiz de. Polis bize kim olduğumuzu, nerden geldiğimizi, nerde okuduğumuzu sordu. Ağzından çıkacak o cümleyi bekliyorduk: “Burada uyuyamazsınız!”. Ve evet bize sordu “Burada mı uyuyacaksınız?”. Arkadaşımla kısa bir bakışmanın ardından evet yanıtını verdik. Bize verdiği cevap yüreklerimize su serpmişti. “Haberimiz olduktan sonra hiç sorun olmaz. Ben bütün gece buradayım, burada bir şey olmaz camlarınızı biraz daha açabilirsiniz.” İkimiz de şaşırmıştık, kendimizi toparlayıp polise teşekkür ettik. Camları çok fazla açamadık ne olur ne olmaz; ama en güvenli uykularımızdan bir tanesiydi kuşkusuz.

*Bazı kaynaklara göre Kaputaj olarak da adlandırılmaktadır.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Ege Akdeniz Turu 4. Gün

Turumuz boyunca her gün erken kalktık; ancak bugün kalkarken daha bir erken daha bir dinçtik. Biliyorduk ki göl ve kano keyfi bizi bekliyordu. Uyanır uyanmaz gölün yolunu tuttuk. Göl, gecenin serinliği ile biraz serinlemiş olsa da oldukça keyifliydi. Göl sefasından sonra; Kral Mezarları karşısında ve göl başında bir kahvaltı bizi bekliyordu. Kahvaltının ardından odamıza döndük. Gitme vakti gelmişti, yollar ve arabamız bizi bekliyordu. Dalyan’dan ayrılmak zor oldu; listenin başında Gümüşlük’ün yanına adını yazdık ve bir gün geri dönmek üzere Dalyan’a veda ettik. Dalyan’dan sonra yol üstünde Göcek’e uğradık. Göcek doğal olarak güzel; ancak bizi pek cezbetmedi. Göcek’te bir kaç fotoğrafın ardından yola devam ettik.

Göcek'te Bir Marina

Yollar gitmekle bitmez malum yeni durağımız Fethiye’ydi; ancak biz burda da durmayıp Ölüdeniz’e devam ettik. Öldüneniz etrafında öğlen saati olduğundan bir araba turu yapıp çevre güzelliklerini görmeye çalıştık. Kayaköy’e gitmeye karar verdik. Biraz uzak ve çok rahat bir yol olmasa da terk edilmiş bu taştan köyü görmekte yarar var. Köpek tarafından kovalanıp çeşitli tehlikeler atlatsak; hatta biraz canımız sıkılsa da deniz vakti gelmişti.

Kayaköy'den Bir Kare

Hemen Ölüdeniz’in yolunu tuttuk. Bu kadar gelmişken tabii ki Milli Park’a girmeliyiz. Milli Park’ta ve Ölüdeniz’in müthiş turkuaz denizinde 4 saatten fazla süre geçirmişizdir. Biraz taşlık bir kumsalı olsa da muazzam deniz yanında lafı bile olamaz. Milli Park’ın kapanmasına yakın çıktık ve kendimize gece için yer aramaya başladık. Ölüdeniz’in sahil kesimi küçük bir yer: Basitçe ana caddenin ön ve arka tarafı olarak adlandırabiliriz. Ön tarafta Milli Park, çarşısı, bu çarşıda bir çok dükkan, evler ve pansiyonlar var. Arka tarafta ise sadece pansiyonlar ve evler var. Biz kendimize arka tarafta bir yer beğendikten sonra arabayı orada bırakıp sahil kenarında biraz dolandık. Bu sırada güneşi batırmak için ilerlerde güzel bir yer olup olmayacağını düşündük ve tekrar arabaya döndük. Güneşin batışını görebileceğimiz bir yer ararken Ölüdeniz’den uzaklaştığımızı ve bir yer bulamadığımızı fark ettik. Geri dönerken caddenin ön kısmından girip arabayla dolanmaya karar verdik bu sırada denize 200 metre uzaklıkta güzel park edecek bir yer bulunca bu fırsatı kaçırmadık. Arabadan aldığımız sandalyelerimiz ve yemeklerimiz ile deniz kenarında güzel bir akşam yemeğinin ardından internetimize de girebildik. İnsanlardan haber almak ve onlara haber verebilmek günü en önemli saatlerinden bir tanesi bizim için. Haber alıp verme işleminden sonra aydınlıkta bulduğumuz yere doğru yol alırken ara sokaklarda daha güzel bir yer beğendik ve burada uyumaya karar verdik. Ölüdeniz’in keyifli sokaklarından birinde arabamız içinde uykuya daldık.

Milli Park Yanındaki Paraşüt İniş Alanı

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Ege Akdeniz Turu 3. Gün

3. gün İçmeler’de uyandık. Her gün olduğu günümüze denize girerek başladık. Sabah erken saatte denize girmek bizi dinç tuttuğu kadar, güne mutlu başlamamızı da sağlıyordu. Deniz sefasından sonra olmazsa olmazımız var bir de; denize karşı kahvaltı. Kahvaltı derken sizi aldatmış olmayayım peksimet eşliğinde peynir; yanında deniz manzarası ile emin olun oldukça keyifli. Deniz ve kahvaltı faslımız bittikten sonra yine yola koyulduk. Yol kenarında fotoğraf çekmek için ayrılan bir alanda durduk. Eee gezi boyunca hiç aksilik olmazsa olmaz. Fotoğraf makinası ufak bir kazayı UV filtresini kaybederek de olsa hasarsız atlattı. Bu benim keyfimi kaçırmadı dersem, oldukça büyük bir yalan söylemiş olurum; ancak zamanla sakinleşip kendime geldim. Köyceğiz’e geldiğimizde bir yerde durup göl kenarına gittik. Sahil şeridi oldukça güzel düzenlenmiş, yürüyüş için birebir. Sahil dediysem göl kenarı. Oldukça sessiz, sakin bir yer Köyceğiz; tam kafa dinlemelik. Biz pek fazla gezme fırsatı bulamadık; ancak kafa dinlemek dışında yapabileceğiniz pek bir şey yok. Göl kenarında bir kaç restoran ve kafe dışında pek oturulabilecek bir şey yok. Köyceğiz’de kısa bir duraklamadan sonra bugünkü asıl amacımız olan Dalyan’ın yolunu tuttuk. Dalyan’a vardığımızda bir gün önceden konuştuğumuz Lindos Pansiyon’un yolunu tuttuk. Pansiyona gelip odamıza yerleştik. Bu sırada pansiyonun göl kenarına geldiğimizde ağzımız açık kaldı. Karşımızda kayalar içine oyulmuş Kral Mezarları tüm heybeti ile o kadar güzeldi ki; ilk düşündüğüm burada yaşlanabileceğim oldu. Göl kenarında ağaçlar arasında bir pansiyon, önünde sakin bir göl ve karşınızda kayalar içinde Kral Mezarları; daha ne istersiniz ki. Öğlen sıcağında göle girmeyelim dedik; ileride deniz varmış. Arabamıza atlayıp denize bakmaya gittik. İztuzu Plajı’na giriş ücretli; ücretli olmasının yanında burası koruma altında, çünkü karetta karettalar için doğal yumurtlama bölgesi. Bu nedenle plaja giriş sabah 8’den akşam 8’e kadar. Biz hakkımızı denizden yana kullanmamaya karar verdik. Pansiyonumuza dönüp odamızda biraz dinlendik ve internete girdik. Malum yatak bulunca hakkını vermek lazım =) Güneş etkisini yitirince göl kenarına indik.
Gölde Kano Keyfi

Saat 5’ten sonra pansiyon ücretsiz kano sağlıyor. Kano ile yaklaşık 2 saat gezindik ve fotoğraf çektik. Göl sefamızın ardından odamıza geçip, kendi imkanımız ile akşam yemeğimizi yedik. Hava kararınca laptoplarımız alıp göl kenarına indiğimizde bizi bir sürpriz daha bekliyordu. Kral Mezarları ışıklandırılmıştı. Gecenin karanlığında göle yansıyan yansımaları ve müthiş güzel ışıklandırılmaları ile Kral Mezarları kesinlikle görmeye değer. Yazıyı çok uzatmayayım malum bu gece yatak var, gezinin ilk ve son yatağı olabilir; bu nedenle hakkını vermek gerekir.

Gece Işıklıandırılan Kral Mezarları

Bu gün için size naçizane tavsiyem Dalyan’ı görmelisiniz. Göl kenarında doğayla baş başa kafanızı dinleyeceğiniz, kendinizi bulacağınız muazzam bir yer Dalyan. 5 yıldızlı bir otel konforunu bulmak için değil ama gidebileceğiniz en iyi pansiyonlar kesinlikle Dalyan’da.

Ege Akdeniz Turu 2. Gün

2. gün yazımı neden gününde yazmadığımı sorarsanız hemen cevaplayayım hiç ama hiç halim yoktu.
Yolun zorluklarını anlatmadan sabahı anlatmakta yarar var. Sabah Gümüşlük'te uyandık. Tavşan Adası'nın karşısında, Gümüşlük sahilinde belediyenin şemsiye ve şenzlongları var. Ücretsiz, gerçi sabah saat 8 olduğundan pek şemsiyeye ihtiyacımız olmadı; ama şezlong üstünde kahvaltımızı yaptık. Tavşan Adası'nda kazı çalışmaları olduğu için adaya gidemedik; ama denizi oldukça güzeldi. Kazı olmadığı zamanlarda belinize kadar su içerisinde yürüyerek ve tabii ki isterseniz yüzerek adaya gidebiliyorsunuz. Kim bilir belki kazı çalışmaları bittikten sonra Tavşan Adası'na girişler ücretli olabilir. Deniz sefamız bittikten sonra yola çıktık. Bodrum'a Türkbükü, Yalıkavak tarafından gittik. Yol üstünde arabadan inip fotoğraf çekecek yerler mevcut, bunun dışında tarihi değirmenler de hemen yol kenarında; arabanın içerisinden bile fotoğraflarını çekebilirsiniz.
Gelelim Bodrum-Marmaris yoluna. Öyle bir yolculuk yaptık ki; düşman başına. Yok yok haksızlık etmeyeyim o kadar da kötü değildi. Sadece biraz uzun ve virajlıydı. Bodrum’dan sonraki durağımız Akyaka olacaktı. Akyaka’ya Milas üzerinden yani insani yollardan gitmeyip sahil şeridini gezelim dediğimiz için çektik bu kadar acıyı. İlk durağımız Mumcular oldu. Mumcular’dan zar zor aldığımız yol tarifleri sonucunda Çökertmeye vardık. Çökertme öyle büyük bir yer değil deniz kenarında, lüks yelkenliler yanında uzanan 300 metrelik bir sahil kasabası Çökertme.

Bozuk yollar ve güzel bir orman yolu

Çökertme’den çıktıktan sonra bitmek bilmeyen dağ yolları ile Ören’e geçtik. Yolların kötülüğü hakkında konuşmayacağım, konuşursam susmam. Yollar kötü olsa da manzaranın muhteşem olduğunu söylemeden geçmemeyim. Sırf o manzara için bu yol kesinlikle çekilir. Dalgaların kayaları çarparak kırılması ve Yağmur Ormanlarını andıran, Türkiye'deki büyük şehirlerde görmediğim kadar yeşil bir tabiat. Yol boyunca kaç defa durup fotoğraf çektiğimizi hatırlamıyorum bile. Yol üstünde bir yer var ki; tüm yorgunluğumuzu atmamızı sağladı: Akbükü. Akbükü, doğal koruma altında ve giriş ücretli; ancak çok cüzzi bir ücret. Ben konuşmayayım isterseniz. Fotoğraf size her şeyi anlatacaktır.

Turkuazın hakkını veren denizi ve uzun sahil şeridiyle Akbükü

Bu yol sonunda Akyaka’ya ulaştık. Akyaka beklediğimiz gibi değildi. Burada kalmamaya karar verdik. Yoldan geçenlere Gökova’yı sorduk. Malum adı duyulmuş bir yer. Çocuklar abi orası köy, tahmin ettiğiniz gibi bir yer değil, her şey burada dediklerinde; kendimizi gülmekten alıkoyamadık. Birer soğuk içecek içip Marmaris’in yolunu tutmaya karar verdik. Bu nedenle gezimiz 1 gün kısalacaktı ama olsun.

Marmaris'ten bir akşamüstü manzarası

Marmaris’te karnımızı bir güzel doyurup, tatlılarımızı yedik. Tatlı olmazsa olmazımız neden mi? Çünkü internet var =) Tatlı yerken bir sonraki günü de planını yaptık. Dalyan’da bir pansiyonda kalacaktık; bir kaç telefon konuşmasının ardından yerimizi ayarladık. Unutmadan söyleyeyim sadece 1 gün için pansiyonlar rezervasyon yapmıyor. Eğer Dalyan’da bir günlüğüne kalacaksanız buna dikkat edin. İnternet olmasına rağmen o kadar yorgundum ki günü anlatacak güç bulamadım. Gece İçmeler tarafında kendimize kalacak yer aradık. Arabayı sakin ve ışık almayan bir yere çektikten sonra 2. günü de bitirmiş olduk.

2. günden size önerim Akyaka ve Gökova’ya gitmeyin. Görmeniz gereken pek bir şey yok. Bunun yerine Bodrum, Gümüşlük’te daha fazla kalın veya hemen Marmaris’e geçin. Benden size günün tavsiyesi budur =)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Ege Akdeniz Turu 1. Gün

Mevsim yaz olunca insan tatil yapmak istioy tabi; ben de Bodrum, Kaş tarafını hiç görmemiştim. Sadece küçükken Fethiye, Marmaris'e gitmişim ama bir şey hatırlıyorum dersem yalan olur. Bu nedenle turumuzu bu güzargahta yapmaya karar verdik.
Sabah biraz geç bir başlangıçtan sonra Kuşadası üzerinden Söke'ye geçtik. Kuşadası üzerinden dedim ama hemen düzelteyim Kuşadası içinden. Sağ olsun navigasyon cihazımız bizi ana yoldan götürmek yerine Kuşadası sahilini dolaştırdı. Sonuçta amacımız gezmek olduğundan buna pek takılmadık. Sökeden sonraki durağımız denize girmek için Didim'di. Geç uyanmamız sebebi ile biraz geç kalınca deniz sefamız da kısa sürdü. Altınkum'da denize girene kadar 1 saat kadar dolaşıp üstümüzü değiştirebileceğimiz bir yer aradık. Uzunca uğraş sonunda bir sokak kenarında üstümüzü değiştirip denizin yolunu tuttuk. Pazartesi olmasına rağmen oldukça kalabalık bir denizdi. Hem sıcaktan hem de kalabalıktan fazla kalmadık. Deniz işini tamamladıktan sonra 3. plajın yolunu tutup fotoğraf çekildik.
Didim semalarındaki görevimizi tamamladıktan sonra sıradaki durak Bodrum'du. Bodrum yolu malum görülesi bir yol. Önce Bafa Gölü karşılıyor sizi. Yol, çalışma nedeniyle biraz kötü çoğu yerde tek şerit; ama kendinize bir yer bulup durabilir ve Bafa'nın fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bodrum'a Milas üzerinden geçerken Milas sokaklarında durup konserve barbun pilaki ile karnımızı bir güzel doyurduk. Malum aç ayı oynamaz =) Milas'da yemek yemek için ara sokaklarda dolaşırken o güzel tarihi evlerini de şans eseri gördük. Programımızda yoktu; ancak gidilirse mutlaka görülmesi gereken yol üstü duraklarından bir tanesi Milas. Milas üzerinden asıl hedefimiz olan Bodrum'a ulaştık. Bodrum'da büyük bir kalabalık ve trafik bekliyordum, ama beklediğimi bulamadım. Tabii ki in ve cinin top attığını söyleyemem ama akın akın insanlar da yoktu. Güneşin tepeden biraz inmesi ve esintinin başlaması için bir kafede oturup bir şeyler içtik. Baktık hava serinlemiş kendimizi hemen Bodrum sokaklarına attık. Merkezi gezip Kale'ye gittik. Bol bol fotoğraf çekildik.
Kaleden bir kaç hediyelik aldık. Bale festivali daha başlamadığından izleme şansımız olmadı; ama moralleri bozmadık. Güneşi batırmak için uç tarafa Gümüşlük'e doğru yola çıktık. Gümüşlük'ü biraz geçtikten sonra kendimize tepede bir yer bulup yerleştik. Sandalyelerimizi çıkartıp güneşi batışına karşı konserve fasulye pilaki keyfi yaptık. Eee fotoğraf çekmeden olmaz tabi.
Gümüşlük Klasik Müzik Festivali'nin olduğu alana park edip, konser alanına bir göz attık. Malesef fazla küçük ve sıkışık bir yer. Bu nedenle biz oradan biraz daha yürüyüp Gümüşlük sahiline vardık. Yolunuz buraya düşerse kesinlikle uğramanız gereken bir mekana rastladık. Masaları denize 30 santim ile 4 metre arasında değişen dalga sesleri arasında arkadan gelen hafif müziğin insanı dinlendirdiği ve fiyatları da çok uygun olan bir mekan burası. Az kalsın adını unutuyordum: Jazz Cafe. Yolunuz buraya düşerse mutlaka gelmelisiniz; eğer yolunuz düşmüyorsa da mutlaka yolunuzu buraya düşürmelisiniz.
Birinci günün son durağı burasıydı bizim için; buradan sonra arabaya binip koltuklarımızı yatıracak ve güneşin doğmasını bekleyeceğiz tabii ki uyuyarak. Yarın yine keyifli bir yolculuk bizleri bekliyor olacak. Gezi kardeşimin yazısına buradan ulaşabilirsiniz. İkinci günde görüşmek üzere.

3 Temmuz 2011 Pazar

Wimbledon 2011

Wimbledon 2011 bugün sona erdi. Turnuva erkeklerde Novak Djokovic ve bayanlarda Petra Kvitova'nın zaferi ile sonuçlandı. Turnuva hakkında konuşaçağım elbette ama turnuva sonunda aklımda kalan tenisin dışında merkez kortun çatısı.
İki yıl önce merkez kortun tavanı yapıldığında şüphesiz tüm tenis severler mutlu olmuştuk. Bu yıl da yağmurlu günlerde kapatılan merkez kortu gördük; ama içlerinde bir gün var ki ben tavanın kapalı olduğuna hiç emin olamadım. Bahsettiğim gün bayanlar çeyrek final maçlarının oynandığı son salı günü (28 Haziran 2011). O gün yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki tavan kapalı olmasına rağmen bazı birleşme noktalarından içeriye su alıyordu. Dünyanın en eski ve en prestijli tenis turnuvası olan Wimbledon için bu görüntü pek hoş değildi. Bunun yanında üstü kapanan merkez kortun tavanına düşen yağmur sesi ile içeriye hava pompalayan motorların sesi oyuncuları olduğu kadar biz izleyicileri de çok fazla rahatsız etti. Doğal olaylardan bu kadar bahsetmişken Lisicki ve Bartoli arasında oynan bayanlar çeyrek final ilk maçında şimşek sesi sonucunda Lisicki'nin zıplaması uzun süre televizyon programlarını ve sosyal paylaşım sitelerini süsleyecek gibi duruyor.
Bayanlarda Williams kardeşlerin çeyrek finale çıkamaması süpriz olarak görülürken, Wozniacki ise Wimbledon geleneğini bozmayarak 4. turda elendi ve Grand Slam şampiyonluğu hayallerini de şu ana kadar en büyük başarısını yakaladığı Amerika Açık'a bıraktı. Turnuvada en göze çarpan raketlerden bir tanesi de Marion Bartoli oldu. Sayı aralarında zıplaması, haploması ve diğer tüm hareketleri görmeye değer. Başlarda biraz antipatik gelse de, zamanla alışıp değişik bir sempati uyandırıyor insanda. Hakkında biraz araştırma yapınca Bartoli'nin üstün zekalı olduğuna rastladım; aslına bakarsanız bunu davranışlarına bakarak da anlamalıydım. Einstain'in dediği gibi dahilik ile delilik arasında ince bir çizgi vardır. Bayanlar yarı final eşleşmeleri öncesinde otoriteler finalin adını Sharapova-Azarenka olarak görüyordu. Bu durum ise beni oldukça korkutuyordu. 2-3 saniye arayla 100 desibelin üstünde bağırışlar duymak sadece beni değil maçı izleyen herkesi şüphesiz rahatsız edecekti; ancak korkulan olmadı. Petra Kvitova, Victoria Azarenka'yı 2-1 yenerek adını finale yazdırdı. Finalde ise Sharapova maça çok kötü bir başlangıç yaptı. Durum 2-5 olana kadar Sharapova sahada zorla duruyormuş gibi bir hali vardı. 2-5'te servis atarken durumun ciddiyetini anlayıp servislerine yüklenmeye başladı ve durumu 3-5'e getirdi. Sharapova tam kendini buldu derken Kvitova bu maçı ne kadar istediğini gösterdi ve 0'a karşı aldığı oyunla seti 4-6 kazanmış oldu. İlk setin sonundaki kıpırdanma ile ikinci sete daha iyi başlaması beklenen Sharapova, tam bir hayal kırıklığı göstererek ilk servisini kırdırdı. Aslında kırılan bu servis oyunu 2. setin habercisi gibiydi. Set boyunca Sharapova 2 kez, Kvitova ise 3 kez servis kırdı. Servis kırılan oyunların uzun süre avantaj, berabere ile gitmesi kimi zaman can sıksa da; görsel bir ziyafet halindeydi. Durum 4-5 Kvitova lehineyken, Kvitova'nın servis attığı oyunda Sharapova üst üste hatalar yaptı ve durum 40-0'a geldi. Kvitova önüne servis edilen bu fırsatı kaçırmadı ve attığı ace ile maçı kazanmayı bildi. Tüm hataları Sharapova yaptı gibi göstermek şüphesiz Kvitova'ya haksızlık olur. Kvitova da maç boyunca attığı etkili servisler ve sayı vuruşları ile kazanmayı hak etti. Böylece 21 yaşındaki Çek Petra Kvitova, kariyerinin en büyük başarısını kazanmış oldu.
Gelelim erkeklere.... Kuralar çekildiğinde herkes nefeslerini tutmuştu. Geçen yıl bir rekora sahne olan John Isner-Nicolas Mahut maçı bu sene ilk tur kurasında yeniden çıktı; ancak beklenen çekişmeye sahne olmadan 3-0 Isner'in galibiyeti ile sonuçlandı. Bu sene erkeklerdeki çekişme bana göre bayanlardaki çekişmeden çok daha fazlaydı. Yıllardır bir klasik haline gelmiş Federer-Nadal ikilisinin yanına Djokovic de eklenince işler iyice renklendi. Sadece bu üç ismi söyleyerek diğer isimlere haksızlık etmemem gerekir. Federer ve Djokovic Nadal'a göre daha basit bir yoldan çeyrek finale geldiler. Nadal ise Del Podro maçında buraya kadar mı sorusunu akıllara getirse de toparlanmayı bildi. Hatta maç sonunda turnuvada devam etmem MR sonucuma bağlı sözü ile tüm hayranlarını endişelendirmişti. Çeyrek finalde Djokovic çok rahat bir maç ile adını yarı finale yazdırırken gözleri rakibinin kim olacağına çevrilmişti. Federer-Tsonga maçının setleri 2-0 olduğunda kimse Federer'in buradan maç kaybedeceğine inanmazdı. İnanmak bir yana Federer Grand Slamlerde 2-0 öne geçtiği 178 maçın tamamını kazanmıştı. Setin başında Tsonga'nın aldığı tuvalet molası dönüşü işler bir anda tersine döndü. Sahada inanılmaz oynayan bir Tsonga vardı ve belki de hayatının maçını oynamıştı. Federer bu Tsonga karşısında tamamen çaresizdi ve bir ilk gerçekleşti. Federer Grand Slamlerde 179. defa öne geçmesine rağmen maçı 3-2 kaybetti. Tsonga'nın bu oyununu sürdürmesi halinde Djokovic'i yenmesi içten bile değildi. Yarı final ilk maçı için Tsonga sahaya çıktığında Federer maçından çok farklı bir Tsonga vardı kortta. Djokovic durumu 2-0'a getirdikten sonra Tsonga biraz kıpırdadı ve bir set aldı ancak bu performansı sadece kısa süreliydi. Yarı final maçı Djokovic için final öncesi iyi bir antrenman maçı olmuştu. Yarı finalin diğer ayağında Birleşik Krallığın merakla beklediği bir maç vardı: Nadal-Murray. Murray ilk seti kazanmış olsa da diğer setlerde kendisinden beklenen performansın çok uzağında kaldı ve maçı 3-1 kaybetti. Gözler finale çevrilmişti; Nadal bu sene yenemediği Djokovic ile karşı karşıyaydı. Finalin ilk setinde maç dengeli başladı. Maç başında para atışını kazanan Nadal ilk servisi rakibinin atmasını istediğinde ne kadar büyük bir hata yaptığının farkında değildi. Maç 4-5 ve Nadal servis atarken bu avantajını kullanan Djokovic rakibinin servisini kırarak ilk seti kazandı. İkinci sette tam bir Djokovic rüzgarı esiyordu. Nadal ilk seti kaybetmenin verdiği psikolojiyi üstünden atamayarak rakibine iki kez servis kırdırdı ve seti 1-6 kaybetti. Setlerde 0-2 üstün olmanın kendisine verdiği rahatlık ile 3. sete rahat başlayan Djokovic servisini kırdırarak geriye düştü. Nadal bu avantajını set boyunca sürdürdü ve seti almayı bildi. Djokovic, dinlenme setinin ardından 3. sete hızlı bir başlangıç yaparak Nadal'ın ilk servis oyununu kırdı ve sete avantajla başladı. Bu avantajını setin devamında kaybetmeten Djokovic; bizleri şaşırtmadı ve Nadal'ı bir kez daha yenerek Wimbledon 2011'in şampiyonu oldu.
Önümüzdeki yıl merkez kortla beraber 1 numaralı kortun da üstünün kapatılması ve maçların daha az sarkması dileğiyle bu yılki Wimbledon macerasından şimdilik bu kadar. Amerika Açık'ta görüşmek ümidiyle...

26 Haziran 2011 Pazar

5-A

Bu hayatta şans ve tesadüf diye nitelendirdiğimiz olaylar mutlaka vardır; bazılarımız bunların tamamını kader diye de nitelendirir. Adına ne dersek diyelim, benim yaşadığım ve hatta belki de yarattığım bir şanstan bahsetmek istiyorum sizlere.
TEGV'den beni arayıp pazartesi günkü etkinliğe destek olup olamayacağım sorulduğunda, onlara bunun imkansız olduğunu söyleyip teklifi reddetmiştim. Öyle keyfimden falan değil, o saatlerde
dersim olduğu için teklifi geri çevirmiştim. Tek boş günüm olan perşembe günü zaten bir etkinliğe gidiyordum ve malesef başka bir boş günüm yoktu. Telefonu kapattıktan sonra yapabileceğim bir şey olup olmadığını uzunca düşündüm. Aslına bakarsanız konuyu o an kapatabilir ve sonra da unutuabilirdim; ama yapmadım. Düşünmek beni bir sonuca vardırdı. Çarşamba günü öğleden sonra olan laboratuvar dersine artık girmeme kararı aldım ve etkinliği bu saate alıp alamayacağımı öğrenmek istedim. Birimim ve okulla konuştuktan sonra etkinliğin çarşamba gününe almıştık. İşte o gün verdiğim karar benim kendi şansımı yaratmamı sağladı. Bunu görebilmek tabii ki o anda mümkün olmuyor. Steve Jobs'un, Stanford Üniversitesi'nin mezuniyet töreninde yaptığı o ünlü konuşmada anlattığı ilk hikayeydi noktaları birleştirmek. O konuşmada noktaların ileriye doğru değil sadece geriye doğru bakarak birleştirilebileceğini söylemişti. Haklıymış; çok değil sadece 2 ay sonra geriye dönüp bakıyorum ve o gün verdiğim kararın bu güne kadar hayatımın en önemli kararlarından birisi olduğunu görebiliyorum. Bu şansı sanırım ben yarattım. Nükhet Öğretmen ile tanıştım ve onun müthiş 5-A sınıfı ile. Kendi ilkokul sınıfıma döndüm. Belki kendi öğretmenimi gördüm ve kim bilir belki kendimi gördüm o sınıfta, kendimden bir parçayı... Çok iyi bir öğretmenden daha iyi ne olabilir diye düşünürken, çok ilgili velileri gördüm -işte benim sınıfım dediğim bir başka nokta- ve dünya tatlısı kardeşlerimi. Kardeşim dersem heralde bana kızmazlar, öğrencilerim de diyebilirdim ama ben onların Batu Abisi* olmaya çalıştım. Bir şeyleri körü körüne öğretmek yerine, abilik* yapmaya çalıştım elimden geldiğince. Şüphesiz benim de hatalarım, yanlışlarım olmuştur; hangimizin yok ki? Şurası kesin ki geçmişe baktığımda hepsini hatırlayacağım. Belki bazıları bir fotoğrafın solmuş kısmındaki gibi flu yer alacaklar; bazıları da dün gibi canlı olan kısmında... Umarım onlar da geçmişe baktıklarında beni hatırlamasalar bile; bunu bir yerde duymuştum diyerek söylediğim bir cümleyi hatırlayacaklar. Önemli olan hatırlanmak istemem falan değil; sadece onlara ufacık da olsa bir şey katabilmiş olmak. İşte bunu gerçekten başarabilmişsem olduğum yerden onlara gülümseyeceğim.
Sonuç paragrafı yazmak şüphesiz edebiyatın olmazsa olmazlarındandır; ancak kimilerine göre çok anlamsız gelebilecek ama benim için derin anlamlar içeren bu yazıyı tamamlamak kolay değil. Korktuğum da söylenebilir aslında, onları bir daha görememekten korkuyorum belki de... Umarım yanılırım ve en azından bir kaçı beni abisi* olarak görmeye devam eder.

*Türk Dil Kurumu artık abi kelimesini de ağabey yerine kabul ettiği için bu şekilde yazılmıştır.

10 Haziran 2011 Cuma

Ön Çapraz Bağ Ameliyatı

Ön çapraz bağ, diz ekleminde diz kapağının arkasında uyluk kemiği ile kaval kemiği arasında yer alarak dizin hareketlerini kısıtlar. Bu çapraz bağı koparmak günlük hayatta pek de kolay bir iş değildir. Ön çapraz bağ kopması genellikle spor yaralanması olarak görülür. Benim de sol diz ön çapraz bağım basketbol oynarken diz dönmesi sonucunda koptu. Uzunca bir süre doktora gitmemeyi tercih ettim. Bir süre sonra merdiven çıkarken bile dizimde ağrılar olduğunda; doktora gitme zamanı benim için gelmişti.
İnternette bir çok yerde şu doktor, bu doktor şeklinde yazılar bulabilirsiniz; bu nedenle buradan şu iyidir bu kötüdür gibi bir yorum yapmayacağım. Bununla birlikte şu sözü size hatırlatmakta fayda var: Hastalık yoktur, ha
sta vardır. Çok iyi denilen bir x doktoru bu ameliyat sonunda 6 ayda bir hastayı ayağa kaldırabileceği gibi, bir başka hastayı da sakat bırakabilir.
Kesin ameliyat lafını duyduktan sonra kaçış yoktu. Sabah 6'da hastaneye gittim. Öncelikle dizimi baldırın
ortasından kasığa kadar traş ettiler, kan tahlilleri falan filan derken ameliyathane yolu gözükmüştü. Ameliyatı epidural anestezi ile gerçekleştirdiler. Ameliyat sırasında bir de güzel bir şeyler verince bana ameliyatı hiç hatırlamıyorum; ama doktorlar çok iyi hatırlıyor. Bütün ameliyat boyunca her soruyu 100'er defa tekrar etmek suretiyle bir çok soru sormuşum. Ameliyat son derece ağrısız ve sızısız oldu. Ameliyattan sonra odaya gelişimi çok net hatırlıyorum; ancak sonrası biraz eksik. Bu kadar ağrısız olmasının bir kaç yan etkisi var tabi kusmak. Yine de hiç ağrı çekmemek epidural anestezinin yan etkileri yanında o kadar önemli ki, o etkileri kabul etmekte zorlanmıyorsunuz. Anestezinin etkiler geçtikren ve belden aşağınızı hissetmeye başladıktan sonra o keyif yerini keyifsizliğe bırakıyor. Ayak bileğinden kasığa kadar olan bir atel ile bacağınızı kati suretle hareket ettiremiyorsunuz, bunun yanında dizinizi 1 derece dahi kıramıyorsunuz. (Ateli sağda görebilirsiniz.) Ameliyat günü herhangi bir aktivite yok bütün gün yatıyorsunuz, gelen ziyaretçilerle sohbet ediyorsunuz. Pek bir şeyin farkında olmadığınız için psikolojiniz de yerinde oluyor. Gelelim ikinci güne... İkinci gün fizik tedavi başlıyor ve ilk defa ateliniz o anda çıkıyor. Ateli çıkaran doktor hadi kaldır bacağını diyor. Siz biraz çabalıyorsunuz ama o bacak 1 cm bile kalkmıyor. Psikolojinin bozulmaya başladığı ilk anlar. Fizik tedavinin ilk aşaması bir makina getiriyorlar ve o makina bacağınıza diz bükme hareketi yaptırıyor. Böylece dizinize yeni eklenen bağ yapması gereken hareketleri yavaş yavaş ve zorlanmadan öğreniyor. Zorlanmadan derken bağ zorlanmıyor, siz zorlanıyorsunuz. Fotoğraf sizi aldatmasın her şey yolunda işareti yapsam da o sadece göstermelik. O makinanın dizinizi getirdiği son dereceler oldukça canınızı yakıyor. Sanki dizinizin içinde bir şeyleri çekiştiriyorlar gibi. Fizik tedavideki makina aşaması dışında başka bir aşama daha var yürüyüş. Yürüyüş için atel yeniden takılıyor ve iki adet koltuk değneği geliyor -insanın psikolojisini altüst eden bir nokta daha-. Koltuk değnekleri ile yürüyeceksiniz; ancak önce yataktan kalkmanız gerekiyor. Bu işi sizin yapmanız mümkün değil! Birisi sizin için bacağınızı yataktan kaldırıp yere koyacak ve sizin yürümeniz için uygun koşulu sağlayacak. Sonra iş sizin o değnekleri elinize alacaksınız ve yürüyeceksiniz. Yürümek bu işin en zevkli anlarından bir tanesi aslında; tabi yataktan kalkamadığınızı ve tekrar yatamadığınızı saymazsak. Bu işleri insanın kendisinin yapamaması ve birisinin o bacağı indirip kaldırması emin olun aslında ne kadar çaresiz olduğunuzu gösteren bir durum. Psikoloji ne durumda bunu yaşamayan bilemez ve umarım yaşamazsınız. 3 günlük hastane ziyaretinin ardından artık serbestsiniz, eve çıkabilirsiniz. Atelin çıktığını sakın düşünmeyin, çıkmasını bırakın kendisi hala 0 derecede duruyor yani bükemiyorsunuz. Eve çıktınız demek, her gün hastaneye fizik tedaviye gitmeniz demek. Fizik tedavi süreci bu ameliyatın en önemli dönemi aslında. Hareketler gittikçe değişiyor, bağın alışmasını sağlarken kullanmadığınız kasların da güçsüzleşmesini önlüyor. Ameliyattan sonra 1 cm bile kaldıramadığınız bacağınızı kaldırmaya başlıyorsunuz. Bütün o kötü psikoloji içerisinde inanılmaz mutlu olduğunuz anlardan bir tanesi işte. Yaklaşık 1 ay geçtikten sonra doktor 0 derece olan o ateli 15 dereceye getiriyor. İşte o anda aslında 15 derecenin bile ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyorsunuz. Bir bacağı dümdüz uzatarak uyumaktan, kırarak uyumaya terfi ediyorsunuz ve inanılmaz mutlusunuz. Sokakta koltuk değnekleriniz ile gezebilir, dolaşabilirsiniz; ancak bunu pek tavsiye etmem. İnsanların gözleri üzerinizde, size bir acımak duygusu ile suratlarını buruşturarak bakıyorlar. Normal zamanda ne olacak ya bakarlarsa baksınlar diyebilirsiniz, ben de derdim; ancak zaten fazlasıyla kötü bir psikoloji içerisinde iken bu bakışlar çok can yakıcı olabiliyor. Benim tavsiyem oturun evinizde =). Günler geçtikçe derece artıyor 45-90 derken 120 ve sonra atel çıkıyor. Yine de kalabalık yerlerde fazla dolaşmayın tam iyleşme olmadan yeniden bir diz dönmesi yaşamak istemezsiniz. 3 ay tamamlandığında günlük aktivitelerinizi sorunsuz bir şekilde yapmaya başlıyorsunuz, doktorunuz size kısa yürüyüşler veriyor. 4 ayda hafif tempolu koşular, daha uzun yürüyüşler derken. 6 ay geçtiğinde iyleşme süreniz yaklaşık olarak tamamlanıyor. Yukarıda söylediğim gibi hastalık yoktur hasta vardır. 5 ayda iyleşmesini tamamlayan da olabilir 8 ayda tamamlayan da; ama ortalama 6 ay sonra iyisinizdir. Dikiş izleri olabildiğince iyleşmiş ve kalıcı izler başgöstermiştir.
Benim tavsiyem eğer sporcu değilseniz, sadece amatör olarak spor yapıyorsanız; dizinizi fazla zorlamayın. Spor yaparken 2li mücadele yaşayabileceğiniz ve ters hareketlere, düşüşlere sebep olacak sporlardan uzak durunuz. Diziniz ne kadar iyi olsa da 6 aydır spor yapmadınız ve bir anda ona fazla yüklenmek istemezsiniz. Ben 6. ayımdan sonra bir pota kulup bol bol şut attım. Günler gettikçe stoplar, reboundlar derken artık maç yapabilecek tempoya geldim. Doktorunuz ne söylerse söylesin önemli olan sizin ne hissettiğinizdir. Eğer kendinize güvenemiyorsanız sakın zorlamayın zamanla o güvensizliği kıracağınızın garantisini verebilirim.
Bu yazıyı ameliyatımın 1. seneyi devriyesine ithafen yazıyorum. Artık voleybol, tenis ve basketbol oynayabilecek yani ameliyat öncesi hiç bir şey olmayan halime geri döndüm. Geri döndüm evet ama yine de bu durum ameliyat olduğum fikrini kafamdan çıkaramaz. Bu nedenle de bazı pozisyonlarda dizimi istemsiz olarak sakınmam gayet normal. Kim bilir belki bir gün o fikir de kafamdan çıkar gider.

10 Mayıs 2011 Salı

Wouter Weylandt


Bisikleti neden diğer sporlardan daha çok sevdiğim sorusunu zaman zaman düşünmüştüm. Aklıma bir çok neden gelirdi hep; ama bugün bir kez daha aşık oldum bisiklet sporuna.
Wouter Weylandt 27 Eylül 1984 tarihinde Belçika'da doğdu. Kariyerine Quick Step-Davitamon takımında başlayan bisikletçi; 2005 yılında Belçika 23 yaş milli takımı adına dü
nya şampiyonasına katıldı. Bu yıl yeni kurulan Leopard Trek takımına geçti. Bu sezonun ilk büyük turu olan Giro d'Italia Turuna da Leopard Trek forması ile başladı. Ölüm onu Giro'nun 3. etabında buldu. Sert bir inişe sahip olan bu etapta bisikletçiler yaklaşık 100km hıza ulaşıyorlar. İşte böyle bir anda bisikletinden düştü Wouter Weylandt. İlk müdahale hemen orada yapıldı, önce ambulansa ardından da helikopter ile hastaneye kaldırıldı; ama malesef kurtarılamadı. Bisiklet dünyası 9 Mayıs 2011 günü acı günlerinden bir tanesini yaşadı. Etabın ardından mayo töreni yapılmazken, bir sonraki günkü tüm eğlenceler de iptal edildi.
Bugün (10 Mayıs 2011) Giro'da 4. etap zamanıydı; ancak dünkü kazanın ardından bugünkü etap nötralize edildi. Bisiklete biraz uzak olanlar için etap bir nevi yok sayıldı denebilir. Etap başından sonuna tam bir saygı duruşu içerisinde geçti. Wouter Weylandt için etap öncesinde tüm bisikletçiler saygı duruşunda bulundu. Etap boyunca da saygı duruşu devam etti;
her 10 kilometrede bir takım öne gelerek O'na olan saygılarını gösterdiler. Bisikletçiler o toplu grup gidişi yerine saygı için ikili sırada yarışı geçtiler. Son 1 kilometreye girildiğinde ise... İşte kelimelerin yetersiz kaldığı an bu andı. Anlatmak yerine görüntüleri izlemenizi tercih ederim. Videoda Leopard Trek takımı arasında bir isim dikkatinizi çekmiştir: Garmin takımından Tyler Farrar. Bir Amerikalı olmasına rağmen Farrar, Wouter Weylandt'ın en yakın arkadaşlarından bir tanesi. Farrar'ı bisiklete uzak isimler Türkiye Bisiklet Turu'ndan da hatırlayabilirler.
Videonun son anlarında Leopard Trek bisikletçilerinin araları
na Farrar'ı da alarak bitiş çizgisinden geçişleri yer alıyor. Elleri birbirlerinin omuzlarında, Wouter Weylandt'a selam gönderiyorlar. Bu anı izleyen birçok bisikletsever gibi ben de oldukça duygulandım. Tamam yalan söylemeyeceğim, ağladım. Belki de dünyada hiçbir spor dalında göremeyeceğiniz bir an bu; tüm bisikletçilerin koskoca bir etap boyunca tamamen kendi istekleri ile saygı duruşunu gerçekleştirmeleri. Günümüzde sportmenlik adına bir çok şey yapılsa da; burada her şey gönülden, hiçbir zorlama yok. İşte yazımın başında söylediğim gibi sizce de böyle bir spor aşık olunmayı hak etmiyor mu? Giro'da yarından itibaren heyecan yine başlayacak; ama bundan sonra her etap bir saygı duruşu olacak. Hep beraber göreceğiz; kazanılan etaplardan sonra parmaklar gökyüzünü, Wouter Weylandt'ı gösterecek.

Huzur içinde yat Wouter Weylandt.