12 Aralık 2011 Pazartesi
INETA
15 Kasım 2011 Salı
Sanat‘ÇI’
Şu aralar ne kadar çok hayal kuruyorum; ama hayal kurmak iyidir, zihni güçlendirir. O nedenle hadi gelin bir hayal kuralım...
Diyelim ki Fırutya diye bir ülke var dünyada ve bu ülkede sanata son derece büyük bir saygı gösteriliyor. Ben bu hayalimde saygıyı gösteriş biçimleri olarak kıyafetleri kullanmak istiyorum. İstisnasız her konserde insanlar takım elbiselerini giyiyor, bayanlar tuvaletlerini, biraz daha genç olan erkekler kumaş pantalon ceket, genç bayanlar ise kısa elbiseler; ortam oldukça şık. Peki neden böyle? Siz hiç sahnede şortla çalan bir kemancı gördünüz mü veya üstünde bir marka olan t-shirt olan bir flütçü. Görmediniz, göremezsiniz. Onların size gösterdiği saygı buysa siz de onlara bu saygıyı göstermelisiniz. En basitinden empati yapın siz elbisenizi veya takımınızı giymiş sahnedesiniz karşınızda seyirciler yazlıktan gelme şortlarla veya kot pantolonlarla. O anda ne hissedersiniz? Hislerinizi bir düşünün, düşündüyseniz hayal etmeye devam edelim. Bir de başka bir ülke var Tarlize. Bu ülkede de konserlere insanlar normal şekilde giyinip gidiyorlar; ancak benim hayalimde insanlardan çok başka bir grup önemli. Hatta bu ülkede hayali bir şehrimiz olsun İzpür. Bu İzpür şehrinde bir konservatuar var ve bu konservatuarın öğrencileri konserlere hiç özenmeden, arkadaşlarıyla buluşmaya gider gibi gidiyorlar. Benim burada sormak istediğim şu: Normal insanlar ne giyerse giysin, o da kesin tartışılır ama siz yıllar sonra sahnenin öbür tarafında olacaksınız. Siz orada papyonla veya elbise ile otururken karşınızdaki insanlar sizin gibi gelse ne düşünürsünüz? Diyecekler ki hemen aman gelsinler ne olacak. O işler maalesef öyle değil. Ben üzerinde çok fazla konuşmak istemiyorum. Sadece hayal ettim, sizin de hayal etmenizi istiyorum. O gençlerin beş-on yıl sonra gelecekleri yerlere ne kadar saygı gösterdiğini, o konserleri ne kadar önemsediklerini düşünmenizi istiyorum. Diyeceksiniz ki sadece giysi ile saygı olmaz, haklısınız kesinlikle katılıyorum; ama çok daha gelişmiş, medeniyetin beşiği olan Fırutya isimli ülkede durum neden böyle değil?
Bitirirken hatırlatmakta yarar var: Yukarıda yazanlar tamamen benim hayal ürünümdür. Tüm ülke ve şehir isimleri hiçbir şekilde hiçbir yer ile bağlantılı değildir. Amacım kesinlikle birilerini rencide etmek değil; aksine insanların biraz düşünmelerini sağlamaktır. Lütfen üzerinize alınmayın, sadece üzerine düşününüz.
6 Kasım 2011 Pazar
Ölüm Sol Cebimde
Takvim yaprakları 6 Kasım 2010’u gösteriyordu....
Charles Bukowski bir kitabında der ki: Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümüne ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: “Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım.”
Ben de -gayet kısa olan- hayatım boyunca hep ölüme bu kadar yakın olduğumu düşünüyordum; hatta Bukowski’nin bu sözlerini okuduğumda “Tanrım! Bu sözler benim için yazılmış” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Ben ki ölümün aslında bu kadar yakın olduğunu, sol cebimden hiç çıkarmayan bir kişi; aslında ölüme yakın olmak hakkında hiçbir şey bilmediğimi anladım. Ölüme yakın olmak, bunu bilmek veya düşünmek değil! Bilmek veya düşünmek uçsuz bucaksız çöldeki bir kum tanesi sadece. Nasıl o kum tanesine bakıp çölü hayal edemezseniz; ölüme ne kadar yakın olduğunuzu düşünerek de ölüme yakın olmanın ne demek olduğunu hayal edemezsiniz.
İnsan beyni, Einstein’ın da söylediği gibi görecelidir. Gerçek zamanla geçen her üç saniye beyinlerimiz tarafından üç saniye olarak algılanmaz. Kimi zaman hiç hissetmedim ne çabuk geçmiş veya sanki zaman ilerlemiyor cümlelerini mutlaka duymuşuzdur. İşte bu beynimizin bize yarattığı bir oyun. İster algıda seçicilik diye adlandırın, isterseniz zamanın göreceliği... Kuduz bir köpekten kaçtığınız üç saniye sizin için üç dakika gibidir. Hiçbir zaman beyniniz onun üç saniye olduğunu algılamaz, sizin oraya yaptığınız hareketler -belki de her biri milisaniyeler içinde gerçekleşiyordur- sizin için çok uzun birer harekettir. Her anı o kadar net hatırlarsınız ki, işte zaman sizin için yavaşlamıştır. Hayatımızda birçok kez karşımıza buna benzer durumlar çıkacaktır. O baskı, stres ve korku anlarında çok kısa sürelerde çok doğru kararlar vermek zorunda kalacağız. Aslında bunu Amin Maalouf’un şu sözüyle düzelteyim: “Öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir.” Hatta bazen verdiğimiz kararlardan sonra pişman olacak zamanımız olmayabilir.
Tüm bunları neden anlattım değil mi? Hayatınızda ölüme çok yaklaştığınız anlarda, zaman öyle durağanlaşacaktır ki; işte o anlarda ölümün ne olduğunu kemiklerinize kadar hissedeceksiniz. İşte o anlarda göreceksiniz ki, düşündükleriniz sadece birer kum tanesi. Gerçek... Gerçek acımasız, daha şunu yapacaktım demeye kalmadan bir bakmışsınız ki her şey bitmiş. İşte ölümü düşünmek ile hissetmenin en büyük farkı burada. Ölümün yakınlığını düşünenler; ölmeden şunu yapayım, şunu söyleyeyim, bu içimde kalmasın, bu böyle olsun gibi birçok şey geçiriyorlar akıllarından; işte öyle olmuyor. Ölümü hissettiğiniz anda, yapmadığınız o kadar çok şey olmasına rağmen bittiğini düşünüyorsunuz. Bazen bir yerlerde okursunuz “bugün hayatınızın son günü olsa ne yapardınız”, işte o gün bugün diyeceğimi sanıyorsanız yanıldınız. O gün dündü ve bitti, şimdi öleceksiniz. Umarım ölümü gerçekten hissetmenin ne demek olduğunu biraz olsun anlatabilmişimdir.
...Keskin bir fren sesi duyuldu ve ardından kamyona çarpan araba görüldü. İnsanlar büyük bir telaşla arabaya koştular. Arabadaki manzaradan herkes korkuyordu. Arabanın yanına geldiklerinde büyük bir şans eseri arabanın içindeki gencin burnu bile kanamıyordu...
13 Ağustos 2011 Cumartesi
Ege Akdeniz Turu 6. (Son) Gün
Kaş'tan Sabaha Karşı Bir Kare
Kahvaltılıklarımızı yanımıza aldık denize girip çıktıktan sonra, sahildeki kayaların üstünde gezinin son kahvaltısını yapacaktı. Deniz sabah saatinin verdiği serinlik ile olabildiğine soğuktu, uykudan eser kalmamıştı. Son gün için oldukça önemli; çünkü durmadan İzmir’e kadar uzun bir yol var ve uyku bu yol için en son isteyeceğim şey. Deniz kenarında son peynir ve peksimetimiz ile kahvaltımızı yaptık. Kaş ve dolayısıyla gezi bizim için burada sona eriyordu. Artık rotamız İzmir’di. Dönüş için gezmeden düm düz bir rotadan İzmir’in yolunu tuttuk. Yol ile ilgili anlatacak bir şey yok.
Ege-Akdeniz Turu’nun tamamı için bir şeyler söylemeden olmaz. Yurdumun güzel sahil şeridinde hala insanların ulaşamadığı güzel yerler var. Umarım onları koruyabiliriz. Gezdiğimiz sahil şeridi boyunca denizler birbiri ile yarışıyordu; ben daha turkuazım, ben daha güzelim diye. Siz siz olun en azından şöyle bir kaç gün ayırıp gezin. Bizim kadar yolu uzatarak, kuş uçmaz kervan geçmez yollardan değil belki de ama mutlaka gezin. Bu şeridi gezip görmediyseniz Ege ve Akdeniz hakkında konuşurken bir durup düşünün. Diyeceksiniz ki diğer taraflar da güzel; eğer oralara güzel diyorsanız bu rotaya kesinlikle aşık olacaksınız. Ahh keşke biraz daha kıymetini bilsek, korusak bu şeridi. Bir gün olacak...
Tur yazılarının sonuncusunu sonlandırırken hiç bir yere gitmeseniz bile en azından Bodrum’a gittiğinizde Gümüşlük’te güneşi batırın ve Muğla Dalyan’da şöyle bir göl sefası yapın, benden size tavsiye.
12 Ağustos 2011 Cuma
Ege Akdeniz Turu 5. Gün
Saklıkent’i mutlaka görmelisiniz. O buz gibi suyuna ayağınızı sokmalı veya en azından elinizi yüzünüzü yıkamalısınız. Benim ameliyatlı dizim nedeniyle kaynağın oraya inip karşıya geçemedik; kaygan taşlar varmış, ancak sizin bir sıkıntınız yoksa mutlaka kaynağa doğru yürümelisiniz. Saklıkent gezisinin ardından nehrin yanındaki kafelerin birine oturduk. Nehrin yanı dedim ama içi demek daha doğru olur. Vaktiniz varsa bir gözleme yiyebilir ya da en azından bir çay içebilirsiniz. Saklıkent sefasından sonra kendimizi Kalkan’da bulduk. Kalkan’ın dik sokaklarında fazla dolaşamadık, kenardan kenardan gezip bol bol fotoğraf çekmeye çalıştık. Denizi gören bir yerde öğlen yemeğinin ardından Kaş’a geçme kararı aldık. Evet, haklısınız programı biraz hızlı çekime almış gibiyiz; ama hayat her zaman sizin istediğiniz gibi gitmiyor. Kaş’a giderken yol üstünde meşhur Kaputaş Plajı’nda* denize girmeden olmaz.
Yol kenarında sürüsüyle göreceğiniz arabalar arasında hemen kendinize bir yer bulun ve park edin. Aşağıya baktığınızda görüntü sizi korkutacaktır, buraya nasıl ineceğim, haydi indim sonra nasıl çıkacağım demeyin! Mutlaka inin yine müthiş bir deniz sizi bekliyor olacak. Kaç basamak indik hiç bilmiyorum; ama söylediğim gibi buna değdi. Üç saat kadar denizin keyfini çıkardık, bol bol fotoğraf çekildik ve kumların tadını çıkardık. Deniz keyfi güneşin etkisini kaybetmesi ile sona erdi ve son durak gelip çatmıştı. Sonunda Kaş’taydık. Sonunda yerine maalesef desek daha doğru olur. Kaş bize Foça’yı hatırlattı. Foça’yı bilenler iyi bilirler bir vazgeçilmezdir Foça. Kaş’da çarşısı, deniz kıyısındaki kafeleri ve restoranları ile ikinci bir Foça gibi. Geç saatlere kadar dolaştık ve fotoğraf çekildik. Saat geç olduğunda yatacak bir yer bulmak zorundaydık, dolandık dolandık ve sonunda Kaş Belediyesi’nin önünde bir yer bulup park ettik. Koltuklarımızı yatırmış, tam uyuyacakken bir polis yanımıza geldi. Her şeyin bittiğini, yeni bir yer bulacağımızı düşünüyorduk ikimiz de. Polis bize kim olduğumuzu, nerden geldiğimizi, nerde okuduğumuzu sordu. Ağzından çıkacak o cümleyi bekliyorduk: “Burada uyuyamazsınız!”. Ve evet bize sordu “Burada mı uyuyacaksınız?”. Arkadaşımla kısa bir bakışmanın ardından evet yanıtını verdik. Bize verdiği cevap yüreklerimize su serpmişti. “Haberimiz olduktan sonra hiç sorun olmaz. Ben bütün gece buradayım, burada bir şey olmaz camlarınızı biraz daha açabilirsiniz.” İkimiz de şaşırmıştık, kendimizi toparlayıp polise teşekkür ettik. Camları çok fazla açamadık ne olur ne olmaz; ama en güvenli uykularımızdan bir tanesiydi kuşkusuz.
*Bazı kaynaklara göre Kaputaj olarak da adlandırılmaktadır.
11 Ağustos 2011 Perşembe
Ege Akdeniz Turu 4. Gün
Yollar gitmekle bitmez malum yeni durağımız Fethiye’ydi; ancak biz burda da durmayıp Ölüdeniz’e devam ettik. Öldüneniz etrafında öğlen saati olduğundan bir araba turu yapıp çevre güzelliklerini görmeye çalıştık. Kayaköy’e gitmeye karar verdik. Biraz uzak ve çok rahat bir yol olmasa da terk edilmiş bu taştan köyü görmekte yarar var. Köpek tarafından kovalanıp çeşitli tehlikeler atlatsak; hatta biraz canımız sıkılsa da deniz vakti gelmişti.
10 Ağustos 2011 Çarşamba
Ege Akdeniz Turu 3. Gün
Bu gün için size naçizane tavsiyem Dalyan’ı görmelisiniz. Göl kenarında doğayla baş başa kafanızı dinleyeceğiniz, kendinizi bulacağınız muazzam bir yer Dalyan. 5 yıldızlı bir otel konforunu bulmak için değil ama gidebileceğiniz en iyi pansiyonlar kesinlikle Dalyan’da.
Ege Akdeniz Turu 2. Gün
Bozuk yollar ve güzel bir orman yolu
Çökertme’den çıktıktan sonra bitmek bilmeyen dağ yolları ile Ören’e geçtik. Yolların kötülüğü hakkında konuşmayacağım, konuşursam susmam. Yollar kötü olsa da manzaranın muhteşem olduğunu söylemeden geçmemeyim. Sırf o manzara için bu yol kesinlikle çekilir. Dalgaların kayaları çarparak kırılması ve Yağmur Ormanlarını andıran, Türkiye'deki büyük şehirlerde görmediğim kadar yeşil bir tabiat. Yol boyunca kaç defa durup fotoğraf çektiğimizi hatırlamıyorum bile. Yol üstünde bir yer var ki; tüm yorgunluğumuzu atmamızı sağladı: Akbükü. Akbükü, doğal koruma altında ve giriş ücretli; ancak çok cüzzi bir ücret. Ben konuşmayayım isterseniz. Fotoğraf size her şeyi anlatacaktır.
Turkuazın hakkını veren denizi ve uzun sahil şeridiyle Akbükü
Bu yol sonunda Akyaka’ya ulaştık. Akyaka beklediğimiz gibi değildi. Burada kalmamaya karar verdik. Yoldan geçenlere Gökova’yı sorduk. Malum adı duyulmuş bir yer. Çocuklar abi orası köy, tahmin ettiğiniz gibi bir yer değil, her şey burada dediklerinde; kendimizi gülmekten alıkoyamadık. Birer soğuk içecek içip Marmaris’in yolunu tutmaya karar verdik. Bu nedenle gezimiz 1 gün kısalacaktı ama olsun.
Marmaris'ten bir akşamüstü manzarası
Marmaris’te karnımızı bir güzel doyurup, tatlılarımızı yedik. Tatlı olmazsa olmazımız neden mi? Çünkü internet var =) Tatlı yerken bir sonraki günü de planını yaptık. Dalyan’da bir pansiyonda kalacaktık; bir kaç telefon konuşmasının ardından yerimizi ayarladık. Unutmadan söyleyeyim sadece 1 gün için pansiyonlar rezervasyon yapmıyor. Eğer Dalyan’da bir günlüğüne kalacaksanız buna dikkat edin. İnternet olmasına rağmen o kadar yorgundum ki günü anlatacak güç bulamadım. Gece İçmeler tarafında kendimize kalacak yer aradık. Arabayı sakin ve ışık almayan bir yere çektikten sonra 2. günü de bitirmiş olduk.
2. günden size önerim Akyaka ve Gökova’ya gitmeyin. Görmeniz gereken pek bir şey yok. Bunun yerine Bodrum, Gümüşlük’te daha fazla kalın veya hemen Marmaris’e geçin. Benden size günün tavsiyesi budur =)
8 Ağustos 2011 Pazartesi
Ege Akdeniz Turu 1. Gün
3 Temmuz 2011 Pazar
Wimbledon 2011
26 Haziran 2011 Pazar
5-A
TEGV'den beni arayıp pazartesi günkü etkinliğe destek olup olamayacağım sorulduğunda, onlara bunun imkansız olduğunu söyleyip teklifi reddetmiştim. Öyle keyfimden falan değil, o saatlerde dersim olduğu için teklifi geri çevirmiştim. Tek boş günüm olan perşembe günü zaten bir etkinliğe gidiyordum ve malesef başka bir boş günüm yoktu. Telefonu kapattıktan sonra yapabileceğim bir şey olup olmadığını uzunca düşündüm. Aslına bakarsanız konuyu o an kapatabilir ve sonra da unutuabilirdim; ama yapmadım. Düşünmek beni bir sonuca vardırdı. Çarşamba günü öğleden sonra olan laboratuvar dersine artık girmeme kararı aldım ve etkinliği bu saate alıp alamayacağımı öğrenmek istedim. Birimim ve okulla konuştuktan sonra etkinliğin çarşamba gününe almıştık. İşte o gün verdiğim karar benim kendi şansımı yaratmamı sağladı. Bunu görebilmek tabii ki o anda mümkün olmuyor. Steve Jobs'un, Stanford Üniversitesi'nin mezuniyet töreninde yaptığı o ünlü konuşmada anlattığı ilk hikayeydi noktaları birleştirmek. O konuşmada noktaların ileriye doğru değil sadece geriye doğru bakarak birleştirilebileceğini söylemişti. Haklıymış; çok değil sadece 2 ay sonra geriye dönüp bakıyorum ve o gün verdiğim kararın bu güne kadar hayatımın en önemli kararlarından birisi olduğunu görebiliyorum. Bu şansı sanırım ben yarattım. Nükhet Öğretmen ile tanıştım ve onun müthiş 5-A sınıfı ile. Kendi ilkokul sınıfıma döndüm. Belki kendi öğretmenimi gördüm ve kim bilir belki kendimi gördüm o sınıfta, kendimden bir parçayı... Çok iyi bir öğretmenden daha iyi ne olabilir diye düşünürken, çok ilgili velileri gördüm -işte benim sınıfım dediğim bir başka nokta- ve dünya tatlısı kardeşlerimi. Kardeşim dersem heralde bana kızmazlar, öğrencilerim de diyebilirdim ama ben onların Batu Abisi* olmaya çalıştım. Bir şeyleri körü körüne öğretmek yerine, abilik* yapmaya çalıştım elimden geldiğince. Şüphesiz benim de hatalarım, yanlışlarım olmuştur; hangimizin yok ki? Şurası kesin ki geçmişe baktığımda hepsini hatırlayacağım. Belki bazıları bir fotoğrafın solmuş kısmındaki gibi flu yer alacaklar; bazıları da dün gibi canlı olan kısmında... Umarım onlar da geçmişe baktıklarında beni hatırlamasalar bile; bunu bir yerde duymuştum diyerek söylediğim bir cümleyi hatırlayacaklar. Önemli olan hatırlanmak istemem falan değil; sadece onlara ufacık da olsa bir şey katabilmiş olmak. İşte bunu gerçekten başarabilmişsem olduğum yerden onlara gülümseyeceğim.
*Türk Dil Kurumu artık abi kelimesini de ağabey yerine kabul ettiği için bu şekilde yazılmıştır.
10 Haziran 2011 Cuma
Ön Çapraz Bağ Ameliyatı
İnternette bir çok yerde şu doktor, bu doktor şeklinde yazılar bulabilirsiniz; bu nedenle buradan şu iyidir bu kötüdür gibi bir yorum yapmayacağım. Bununla birlikte şu sözü size hatırlatmakta fayda var: Hastalık yoktur, hasta vardır. Çok iyi denilen bir x doktoru bu ameliyat sonunda 6 ayda bir hastayı ayağa kaldırabileceği gibi, bir başka hastayı da sakat bırakabilir.
Kesin ameliyat lafını duyduktan sonra kaçış yoktu. Sabah 6'da hastaneye gittim. Öncelikle dizimi baldırın ortasından kasığa kadar traş ettiler, kan tahlilleri falan filan derken ameliyathane yolu gözükmüştü. Ameliyatı epidural anestezi ile gerçekleştirdiler. Ameliyat sırasında bir de güzel bir şeyler verince bana ameliyatı hiç hatırlamıyorum; ama doktorlar çok iyi hatırlıyor. Bütün ameliyat boyunca her soruyu 100'er defa tekrar etmek suretiyle bir çok soru sormuşum. Ameliyat son derece ağrısız ve sızısız oldu. Ameliyattan sonra odaya gelişimi çok net hatırlıyorum; ancak sonrası biraz eksik. Bu kadar ağrısız olmasının bir kaç yan etkisi var tabi kusmak. Yine de hiç ağrı çekmemek epidural anestezinin yan etkileri yanında o kadar önemli ki, o etkileri kabul etmekte zorlanmıyorsunuz. Anestezinin etkiler geçtikren ve belden aşağınızı hissetmeye başladıktan sonra o keyif yerini keyifsizliğe bırakıyor. Ayak bileğinden kasığa kadar olan bir atel ile bacağınızı kati suretle hareket ettiremiyorsunuz, bunun yanında dizinizi 1 derece dahi kıramıyorsunuz. (Ateli sağda görebilirsiniz.) Ameliyat günü herhangi bir aktivite yok bütün gün yatıyorsunuz, gelen ziyaretçilerle sohbet ediyorsunuz. Pek bir şeyin farkında olmadığınız için psikolojiniz de yerinde oluyor. Gelelim ikinci güne... İkinci gün fizik tedavi başlıyor ve ilk defa ateliniz o anda çıkıyor. Ateli çıkaran doktor hadi kaldır bacağını diyor. Siz biraz çabalıyorsunuz ama o bacak 1 cm bile kalkmıyor. Psikolojinin bozulmaya başladığı ilk anlar. Fizik tedavinin ilk aşaması bir makina getiriyorlar ve o makina bacağınıza diz bükme hareketi yaptırıyor. Böylece dizinize yeni eklenen bağ yapması gereken hareketleri yavaş yavaş ve zorlanmadan öğreniyor. Zorlanmadan derken bağ zorlanmıyor, siz zorlanıyorsunuz. Fotoğraf sizi aldatmasın her şey yolunda işareti yapsam da o sadece göstermelik. O makinanın dizinizi getirdiği son dereceler oldukça canınızı yakıyor. Sanki dizinizin içinde bir şeyleri çekiştiriyorlar gibi. Fizik tedavideki makina aşaması dışında başka bir aşama daha var yürüyüş. Yürüyüş için atel yeniden takılıyor ve iki adet koltuk değneği geliyor -insanın psikolojisini altüst eden bir nokta daha-. Koltuk değnekleri ile yürüyeceksiniz; ancak önce yataktan kalkmanız gerekiyor. Bu işi sizin yapmanız mümkün değil! Birisi sizin için bacağınızı yataktan kaldırıp yere koyacak ve sizin yürümeniz için uygun koşulu sağlayacak. Sonra iş sizin o değnekleri elinize alacaksınız ve yürüyeceksiniz. Yürümek bu işin en zevkli anlarından bir tanesi aslında; tabi yataktan kalkamadığınızı ve tekrar yatamadığınızı saymazsak. Bu işleri insanın kendisinin yapamaması ve birisinin o bacağı indirip kaldırması emin olun aslında ne kadar çaresiz olduğunuzu gösteren bir durum. Psikoloji ne durumda bunu yaşamayan bilemez ve umarım yaşamazsınız. 3 günlük hastane ziyaretinin ardından artık serbestsiniz, eve çıkabilirsiniz. Atelin çıktığını sakın düşünmeyin, çıkmasını bırakın kendisi hala 0 derecede duruyor yani bükemiyorsunuz. Eve çıktınız demek, her gün hastaneye fizik tedaviye gitmeniz demek. Fizik tedavi süreci bu ameliyatın en önemli dönemi aslında. Hareketler gittikçe değişiyor, bağın alışmasını sağlarken kullanmadığınız kasların da güçsüzleşmesini önlüyor. Ameliyattan sonra 1 cm bile kaldıramadığınız bacağınızı kaldırmaya başlıyorsunuz. Bütün o kötü psikoloji içerisinde inanılmaz mutlu olduğunuz anlardan bir tanesi işte. Yaklaşık 1 ay geçtikten sonra doktor 0 derece olan o ateli 15 dereceye getiriyor. İşte o anda aslında 15 derecenin bile ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyorsunuz. Bir bacağı dümdüz uzatarak uyumaktan, kırarak uyumaya terfi ediyorsunuz ve inanılmaz mutlusunuz. Sokakta koltuk değnekleriniz ile gezebilir, dolaşabilirsiniz; ancak bunu pek tavsiye etmem. İnsanların gözleri üzerinizde, size bir acımak duygusu ile suratlarını buruşturarak bakıyorlar. Normal zamanda ne olacak ya bakarlarsa baksınlar diyebilirsiniz, ben de derdim; ancak zaten fazlasıyla kötü bir psikoloji içerisinde iken bu bakışlar çok can yakıcı olabiliyor. Benim tavsiyem oturun evinizde =). Günler geçtikçe derece artıyor 45-90 derken 120 ve sonra atel çıkıyor. Yine de kalabalık yerlerde fazla dolaşmayın tam iyleşme olmadan yeniden bir diz dönmesi yaşamak istemezsiniz. 3 ay tamamlandığında günlük aktivitelerinizi sorunsuz bir şekilde yapmaya başlıyorsunuz, doktorunuz size kısa yürüyüşler veriyor. 4 ayda hafif tempolu koşular, daha uzun yürüyüşler derken. 6 ay geçtiğinde iyleşme süreniz yaklaşık olarak tamamlanıyor. Yukarıda söylediğim gibi hastalık yoktur hasta vardır. 5 ayda iyleşmesini tamamlayan da olabilir 8 ayda tamamlayan da; ama ortalama 6 ay sonra iyisinizdir. Dikiş izleri olabildiğince iyleşmiş ve kalıcı izler başgöstermiştir.
Benim tavsiyem eğer sporcu değilseniz, sadece amatör olarak spor yapıyorsanız; dizinizi fazla zorlamayın. Spor yaparken 2li mücadele yaşayabileceğiniz ve ters hareketlere, düşüşlere sebep olacak sporlardan uzak durunuz. Diziniz ne kadar iyi olsa da 6 aydır spor yapmadınız ve bir anda ona fazla yüklenmek istemezsiniz. Ben 6. ayımdan sonra bir pota kulup bol bol şut attım. Günler gettikçe stoplar, reboundlar derken artık maç yapabilecek tempoya geldim. Doktorunuz ne söylerse söylesin önemli olan sizin ne hissettiğinizdir. Eğer kendinize güvenemiyorsanız sakın zorlamayın zamanla o güvensizliği kıracağınızın garantisini verebilirim.
Bu yazıyı ameliyatımın 1. seneyi devriyesine ithafen yazıyorum. Artık voleybol, tenis ve basketbol oynayabilecek yani ameliyat öncesi hiç bir şey olmayan halime geri döndüm. Geri döndüm evet ama yine de bu durum ameliyat olduğum fikrini kafamdan çıkaramaz. Bu nedenle de bazı pozisyonlarda dizimi istemsiz olarak sakınmam gayet normal. Kim bilir belki bir gün o fikir de kafamdan çıkar gider.
10 Mayıs 2011 Salı
Wouter Weylandt
Bisikleti neden diğer sporlardan daha çok sevdiğim sorusunu zaman zaman düşünmüştüm. Aklıma bir çok neden gelirdi hep; ama bugün bir kez daha aşık oldum bisiklet sporuna.
Wouter Weylandt 27 Eylül 1984 tarihinde Belçika'da doğdu. Kariyerine Quick Step-Davitamon takımında başlayan bisikletçi; 2005 yılında Belçika 23 yaş milli takımı adına dünya şampiyonasına katıldı. Bu yıl yeni kurulan Leopard Trek takımına geçti. Bu sezonun ilk büyük turu olan Giro d'Italia Turuna da Leopard Trek forması ile başladı. Ölüm onu Giro'nun 3. etabında buldu. Sert bir inişe sahip olan bu etapta bisikletçiler yaklaşık 100km hıza ulaşıyorlar. İşte böyle bir anda bisikletinden düştü Wouter Weylandt. İlk müdahale hemen orada yapıldı, önce ambulansa ardından da helikopter ile hastaneye kaldırıldı; ama malesef kurtarılamadı. Bisiklet dünyası 9 Mayıs 2011 günü acı günlerinden bir tanesini yaşadı. Etabın ardından mayo töreni yapılmazken, bir sonraki günkü tüm eğlenceler de iptal edildi.
Bugün (10 Mayıs 2011) Giro'da 4. etap zamanıydı; ancak dünkü kazanın ardından bugünkü etap nötralize edildi. Bisiklete biraz uzak olanlar için etap bir nevi yok sayıldı denebilir. Etap başından sonuna tam bir saygı duruşu içerisinde geçti. Wouter Weylandt için etap öncesinde tüm bisikletçiler saygı duruşunda bulundu. Etap boyunca da saygı duruşu devam etti; her 10 kilometrede bir takım öne gelerek O'na olan saygılarını gösterdiler. Bisikletçiler o toplu grup gidişi yerine saygı için ikili sırada yarışı geçtiler. Son 1 kilometreye girildiğinde ise... İşte kelimelerin yetersiz kaldığı an bu andı. Anlatmak yerine görüntüleri izlemenizi tercih ederim. Videoda Leopard Trek takımı arasında bir isim dikkatinizi çekmiştir: Garmin takımından Tyler Farrar. Bir Amerikalı olmasına rağmen Farrar, Wouter Weylandt'ın en yakın arkadaşlarından bir tanesi. Farrar'ı bisiklete uzak isimler Türkiye Bisiklet Turu'ndan da hatırlayabilirler.
Videonun son anlarında Leopard Trek bisikletçilerinin aralarına Farrar'ı da alarak bitiş çizgisinden geçişleri yer alıyor. Elleri birbirlerinin omuzlarında, Wouter Weylandt'a selam gönderiyorlar. Bu anı izleyen birçok bisikletsever gibi ben de oldukça duygulandım. Tamam yalan söylemeyeceğim, ağladım. Belki de dünyada hiçbir spor dalında göremeyeceğiniz bir an bu; tüm bisikletçilerin koskoca bir etap boyunca tamamen kendi istekleri ile saygı duruşunu gerçekleştirmeleri. Günümüzde sportmenlik adına bir çok şey yapılsa da; burada her şey gönülden, hiçbir zorlama yok. İşte yazımın başında söylediğim gibi sizce de böyle bir spor aşık olunmayı hak etmiyor mu? Giro'da yarından itibaren heyecan yine başlayacak; ama bundan sonra her etap bir saygı duruşu olacak. Hep beraber göreceğiz; kazanılan etaplardan sonra parmaklar gökyüzünü, Wouter Weylandt'ı gösterecek.