15 Kasım 2011 Salı

Sanat‘ÇI’

Şu aralar ne kadar çok hayal kuruyorum; ama hayal kurmak iyidir, zihni güçlendirir. O nedenle hadi gelin bir hayal kuralım...

Diyelim ki Fırutya diye bir ülke var dünyada ve bu ülkede sanata son derece büyük bir saygı gösteriliyor. Ben bu hayalimde saygıyı gösteriş biçimleri olarak kıyafetleri kullanmak istiyorum. İstisnasız her konserde insanlar takım elbiselerini giyiyor, bayanlar tuvaletlerini, biraz daha genç olan erkekler kumaş pantalon ceket, genç bayanlar ise kısa elbiseler; ortam oldukça şık. Peki neden böyle? Siz hiç sahnede şortla çalan bir kemancı gördünüz mü veya üstünde bir marka olan t-shirt olan bir flütçü. Görmediniz, göremezsiniz. Onların size gösterdiği saygı buysa siz de onlara bu saygıyı göstermelisiniz. En basitinden empati yapın siz elbisenizi veya takımınızı giymiş sahnedesiniz karşınızda seyirciler yazlıktan gelme şortlarla veya kot pantolonlarla. O anda ne hissedersiniz? Hislerinizi bir düşünün, düşündüyseniz hayal etmeye devam edelim. Bir de başka bir ülke var Tarlize. Bu ülkede de konserlere insanlar normal şekilde giyinip gidiyorlar; ancak benim hayalimde insanlardan çok başka bir grup önemli. Hatta bu ülkede hayali bir şehrimiz olsun İzpür. Bu İzpür şehrinde bir konservatuar var ve bu konservatuarın öğrencileri konserlere hiç özenmeden, arkadaşlarıyla buluşmaya gider gibi gidiyorlar. Benim burada sormak istediğim şu: Normal insanlar ne giyerse giysin, o da kesin tartışılır ama siz yıllar sonra sahnenin öbür tarafında olacaksınız. Siz orada papyonla veya elbise ile otururken karşınızdaki insanlar sizin gibi gelse ne düşünürsünüz? Diyecekler ki hemen aman gelsinler ne olacak. O işler maalesef öyle değil. Ben üzerinde çok fazla konuşmak istemiyorum. Sadece hayal ettim, sizin de hayal etmenizi istiyorum. O gençlerin beş-on yıl sonra gelecekleri yerlere ne kadar saygı gösterdiğini, o konserleri ne kadar önemsediklerini düşünmenizi istiyorum. Diyeceksiniz ki sadece giysi ile saygı olmaz, haklısınız kesinlikle katılıyorum; ama çok daha gelişmiş, medeniyetin beşiği olan Fırutya isimli ülkede durum neden böyle değil?

Bitirirken hatırlatmakta yarar var: Yukarıda yazanlar tamamen benim hayal ürünümdür. Tüm ülke ve şehir isimleri hiçbir şekilde hiçbir yer ile bağlantılı değildir. Amacım kesinlikle birilerini rencide etmek değil; aksine insanların biraz düşünmelerini sağlamaktır. Lütfen üzerinize alınmayın, sadece üzerine düşününüz.

6 Kasım 2011 Pazar

Ölüm Sol Cebimde

Takvim yaprakları 6 Kasım 2010’u gösteriyordu....

Charles Bukowski bir kitabında der ki: Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümüne ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: “Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım.”

Ben de -gayet kısa olan- hayatım boyunca hep ölüme bu kadar yakın olduğumu düşünüyordum; hatta Bukowski’nin bu sözlerini okuduğumda “Tanrım! Bu sözler benim için yazılmış” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Ben ki ölümün aslında bu kadar yakın olduğunu, sol cebimden hiç çıkarmayan bir kişi; aslında ölüme yakın olmak hakkında hiçbir şey bilmediğimi anladım. Ölüme yakın olmak, bunu bilmek veya düşünmek değil! Bilmek veya düşünmek uçsuz bucaksız çöldeki bir kum tanesi sadece. Nasıl o kum tanesine bakıp çölü hayal edemezseniz; ölüme ne kadar yakın olduğunuzu düşünerek de ölüme yakın olmanın ne demek olduğunu hayal edemezsiniz.

İnsan beyni, Einstein’ın da söylediği gibi görecelidir. Gerçek zamanla geçen her üç saniye beyinlerimiz tarafından üç saniye olarak algılanmaz. Kimi zaman hiç hissetmedim ne çabuk geçmiş veya sanki zaman ilerlemiyor cümlelerini mutlaka duymuşuzdur. İşte bu beynimizin bize yarattığı bir oyun. İster algıda seçicilik diye adlandırın, isterseniz zamanın göreceliği... Kuduz bir köpekten kaçtığınız üç saniye sizin için üç dakika gibidir. Hiçbir zaman beyniniz onun üç saniye olduğunu algılamaz, sizin oraya yaptığınız hareketler -belki de her biri milisaniyeler içinde gerçekleşiyordur- sizin için çok uzun birer harekettir. Her anı o kadar net hatırlarsınız ki, işte zaman sizin için yavaşlamıştır. Hayatımızda birçok kez karşımıza buna benzer durumlar çıkacaktır. O baskı, stres ve korku anlarında çok kısa sürelerde çok doğru kararlar vermek zorunda kalacağız. Aslında bunu Amin Maalouf’un şu sözüyle düzelteyim: “Öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir.” Hatta bazen verdiğimiz kararlardan sonra pişman olacak zamanımız olmayabilir.

Tüm bunları neden anlattım değil mi? Hayatınızda ölüme çok yaklaştığınız anlarda, zaman öyle durağanlaşacaktır ki; işte o anlarda ölümün ne olduğunu kemiklerinize kadar hissedeceksiniz. İşte o anlarda göreceksiniz ki, düşündükleriniz sadece birer kum tanesi. Gerçek... Gerçek acımasız, daha şunu yapacaktım demeye kalmadan bir bakmışsınız ki her şey bitmiş. İşte ölümü düşünmek ile hissetmenin en büyük farkı burada. Ölümün yakınlığını düşünenler; ölmeden şunu yapayım, şunu söyleyeyim, bu içimde kalmasın, bu böyle olsun gibi birçok şey geçiriyorlar akıllarından; işte öyle olmuyor. Ölümü hissettiğiniz anda, yapmadığınız o kadar çok şey olmasına rağmen bittiğini düşünüyorsunuz. Bazen bir yerlerde okursunuz “bugün hayatınızın son günü olsa ne yapardınız”, işte o gün bugün diyeceğimi sanıyorsanız yanıldınız. O gün dündü ve bitti, şimdi öleceksiniz. Umarım ölümü gerçekten hissetmenin ne demek olduğunu biraz olsun anlatabilmişimdir.

...Keskin bir fren sesi duyuldu ve ardından kamyona çarpan araba görüldü. İnsanlar büyük bir telaşla arabaya koştular. Arabadaki manzaradan herkes korkuyordu. Arabanın yanına geldiklerinde büyük bir şans eseri arabanın içindeki gencin burnu bile kanamıyordu...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Ege Akdeniz Turu 6. (Son) Gün

Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kan değil; bir sondur bizim için. Son güne uyanmıştık. Akşam bıraktığımız polis oradaydı kendisine teşekkür edip denize girecek bir yer sorduk, bize bir plaj önerdi. Bu ülkede hala iyi insanlar var. Evet evet hala bir umut var. Polisin bize gösterdiği plajın yolunu tuttuk. Kaş’ın en meşhur iki plajından bir tanesiymiş Büyük Çakıl Plajı.

Kaş'tan Sabaha Karşı Bir Kare

Kahvaltılıklarımızı yanımıza aldık denize girip çıktıktan sonra, sahildeki kayaların üstünde gezinin son kahvaltısını yapacaktı. Deniz sabah saatinin verdiği serinlik ile olabildiğine soğuktu, uykudan eser kalmamıştı. Son gün için oldukça önemli; çünkü durmadan İzmir’e kadar uzun bir yol var ve uyku bu yol için en son isteyeceğim şey. Deniz kenarında son peynir ve peksimetimiz ile kahvaltımızı yaptık. Kaş ve dolayısıyla gezi bizim için burada sona eriyordu. Artık rotamız İzmir’di. Dönüş için gezmeden düm düz bir rotadan İzmir’in yolunu tuttuk. Yol ile ilgili anlatacak bir şey yok.

Ege-Akdeniz Turu’nun tamamı için bir şeyler söylemeden olmaz. Yurdumun güzel sahil şeridinde hala insanların ulaşamadığı güzel yerler var. Umarım onları koruyabiliriz. Gezdiğimiz sahil şeridi boyunca denizler birbiri ile yarışıyordu; ben daha turkuazım, ben daha güzelim diye. Siz siz olun en azından şöyle bir kaç gün ayırıp gezin. Bizim kadar yolu uzatarak, kuş uçmaz kervan geçmez yollardan değil belki de ama mutlaka gezin. Bu şeridi gezip görmediyseniz Ege ve Akdeniz hakkında konuşurken bir durup düşünün. Diyeceksiniz ki diğer taraflar da güzel; eğer oralara güzel diyorsanız bu rotaya kesinlikle aşık olacaksınız. Ahh keşke biraz daha kıymetini bilsek, korusak bu şeridi. Bir gün olacak...

Tur yazılarının sonuncusunu sonlandırırken hiç bir yere gitmeseniz bile en azından Bodrum’a gittiğinizde Gümüşlük’te güneşi batırın ve Muğla Dalyan’da şöyle bir göl sefası yapın, benden size tavsiye.

12 Ağustos 2011 Cuma

Ege Akdeniz Turu 5. Gün

Sabah çöp kamyonu sesi ile uyanacağımızı hiç hayal etmemiştik; ancak mutluyuz, belediye iyi çalışıyor. Sabahın kör vaktinde, kimselerin olmadığı, herkesi uyuduğu bir zamanda çöpler toplanıyor; dolayısıyla insanlar bu görüntü kirliliği ile karşılaşmıyor. Bizim gibi arabada uyuyanlara da oh olsun, böyle uyanırsınız işte. Hızlı bir kalkışın ardından hemen Saklıkent’in yolunu tuttuk.

Saklıkent

Saklıkent’i mutlaka görmelisiniz. O buz gibi suyuna ayağınızı sokmalı veya en azından elinizi yüzünüzü yıkamalısınız. Benim ameliyatlı dizim nedeniyle kaynağın oraya inip karşıya geçemedik; kaygan taşlar varmış, ancak sizin bir sıkıntınız yoksa mutlaka kaynağa doğru yürümelisiniz. Saklıkent gezisinin ardından nehrin yanındaki kafelerin birine oturduk. Nehrin yanı dedim ama içi demek daha doğru olur. Vaktiniz varsa bir gözleme yiyebilir ya da en azından bir çay içebilirsiniz. Saklıkent sefasından sonra kendimizi Kalkan’da bulduk. Kalkan’ın dik sokaklarında fazla dolaşamadık, kenardan kenardan gezip bol bol fotoğraf çekmeye çalıştık. Denizi gören bir yerde öğlen yemeğinin ardından Kaş’a geçme kararı aldık. Evet, haklısınız programı biraz hızlı çekime almış gibiyiz; ama hayat her zaman sizin istediğiniz gibi gitmiyor. Kaş’a giderken yol üstünde meşhur Kaputaş Plajı’nda* denize girmeden olmaz.

Kaputaş Plajı'nın Tepeden Görüntüsü

Yol kenarında sürüsüyle göreceğiniz arabalar arasında hemen kendinize bir yer bulun ve park edin. Aşağıya baktığınızda görüntü sizi korkutacaktır, buraya nasıl ineceğim, haydi indim sonra nasıl çıkacağım demeyin! Mutlaka inin yine müthiş bir deniz sizi bekliyor olacak. Kaç basamak indik hiç bilmiyorum; ama söylediğim gibi buna değdi. Üç saat kadar denizin keyfini çıkardık, bol bol fotoğraf çekildik ve kumların tadını çıkardık. Deniz keyfi güneşin etkisini kaybetmesi ile sona erdi ve son durak gelip çatmıştı. Sonunda Kaş’taydık. Sonunda yerine maalesef desek daha doğru olur. Kaş bize Foça’yı hatırlattı. Foça’yı bilenler iyi bilirler bir vazgeçilmezdir Foça. Kaş’da çarşısı, deniz kıyısındaki kafeleri ve restoranları ile ikinci bir Foça gibi. Geç saatlere kadar dolaştık ve fotoğraf çekildik. Saat geç olduğunda yatacak bir yer bulmak zorundaydık, dolandık dolandık ve sonunda Kaş Belediyesi’nin önünde bir yer bulup park ettik. Koltuklarımızı yatırmış, tam uyuyacakken bir polis yanımıza geldi. Her şeyin bittiğini, yeni bir yer bulacağımızı düşünüyorduk ikimiz de. Polis bize kim olduğumuzu, nerden geldiğimizi, nerde okuduğumuzu sordu. Ağzından çıkacak o cümleyi bekliyorduk: “Burada uyuyamazsınız!”. Ve evet bize sordu “Burada mı uyuyacaksınız?”. Arkadaşımla kısa bir bakışmanın ardından evet yanıtını verdik. Bize verdiği cevap yüreklerimize su serpmişti. “Haberimiz olduktan sonra hiç sorun olmaz. Ben bütün gece buradayım, burada bir şey olmaz camlarınızı biraz daha açabilirsiniz.” İkimiz de şaşırmıştık, kendimizi toparlayıp polise teşekkür ettik. Camları çok fazla açamadık ne olur ne olmaz; ama en güvenli uykularımızdan bir tanesiydi kuşkusuz.

*Bazı kaynaklara göre Kaputaj olarak da adlandırılmaktadır.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Ege Akdeniz Turu 4. Gün

Turumuz boyunca her gün erken kalktık; ancak bugün kalkarken daha bir erken daha bir dinçtik. Biliyorduk ki göl ve kano keyfi bizi bekliyordu. Uyanır uyanmaz gölün yolunu tuttuk. Göl, gecenin serinliği ile biraz serinlemiş olsa da oldukça keyifliydi. Göl sefasından sonra; Kral Mezarları karşısında ve göl başında bir kahvaltı bizi bekliyordu. Kahvaltının ardından odamıza döndük. Gitme vakti gelmişti, yollar ve arabamız bizi bekliyordu. Dalyan’dan ayrılmak zor oldu; listenin başında Gümüşlük’ün yanına adını yazdık ve bir gün geri dönmek üzere Dalyan’a veda ettik. Dalyan’dan sonra yol üstünde Göcek’e uğradık. Göcek doğal olarak güzel; ancak bizi pek cezbetmedi. Göcek’te bir kaç fotoğrafın ardından yola devam ettik.

Göcek'te Bir Marina

Yollar gitmekle bitmez malum yeni durağımız Fethiye’ydi; ancak biz burda da durmayıp Ölüdeniz’e devam ettik. Öldüneniz etrafında öğlen saati olduğundan bir araba turu yapıp çevre güzelliklerini görmeye çalıştık. Kayaköy’e gitmeye karar verdik. Biraz uzak ve çok rahat bir yol olmasa da terk edilmiş bu taştan köyü görmekte yarar var. Köpek tarafından kovalanıp çeşitli tehlikeler atlatsak; hatta biraz canımız sıkılsa da deniz vakti gelmişti.

Kayaköy'den Bir Kare

Hemen Ölüdeniz’in yolunu tuttuk. Bu kadar gelmişken tabii ki Milli Park’a girmeliyiz. Milli Park’ta ve Ölüdeniz’in müthiş turkuaz denizinde 4 saatten fazla süre geçirmişizdir. Biraz taşlık bir kumsalı olsa da muazzam deniz yanında lafı bile olamaz. Milli Park’ın kapanmasına yakın çıktık ve kendimize gece için yer aramaya başladık. Ölüdeniz’in sahil kesimi küçük bir yer: Basitçe ana caddenin ön ve arka tarafı olarak adlandırabiliriz. Ön tarafta Milli Park, çarşısı, bu çarşıda bir çok dükkan, evler ve pansiyonlar var. Arka tarafta ise sadece pansiyonlar ve evler var. Biz kendimize arka tarafta bir yer beğendikten sonra arabayı orada bırakıp sahil kenarında biraz dolandık. Bu sırada güneşi batırmak için ilerlerde güzel bir yer olup olmayacağını düşündük ve tekrar arabaya döndük. Güneşin batışını görebileceğimiz bir yer ararken Ölüdeniz’den uzaklaştığımızı ve bir yer bulamadığımızı fark ettik. Geri dönerken caddenin ön kısmından girip arabayla dolanmaya karar verdik bu sırada denize 200 metre uzaklıkta güzel park edecek bir yer bulunca bu fırsatı kaçırmadık. Arabadan aldığımız sandalyelerimiz ve yemeklerimiz ile deniz kenarında güzel bir akşam yemeğinin ardından internetimize de girebildik. İnsanlardan haber almak ve onlara haber verebilmek günü en önemli saatlerinden bir tanesi bizim için. Haber alıp verme işleminden sonra aydınlıkta bulduğumuz yere doğru yol alırken ara sokaklarda daha güzel bir yer beğendik ve burada uyumaya karar verdik. Ölüdeniz’in keyifli sokaklarından birinde arabamız içinde uykuya daldık.

Milli Park Yanındaki Paraşüt İniş Alanı

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Ege Akdeniz Turu 3. Gün

3. gün İçmeler’de uyandık. Her gün olduğu günümüze denize girerek başladık. Sabah erken saatte denize girmek bizi dinç tuttuğu kadar, güne mutlu başlamamızı da sağlıyordu. Deniz sefasından sonra olmazsa olmazımız var bir de; denize karşı kahvaltı. Kahvaltı derken sizi aldatmış olmayayım peksimet eşliğinde peynir; yanında deniz manzarası ile emin olun oldukça keyifli. Deniz ve kahvaltı faslımız bittikten sonra yine yola koyulduk. Yol kenarında fotoğraf çekmek için ayrılan bir alanda durduk. Eee gezi boyunca hiç aksilik olmazsa olmaz. Fotoğraf makinası ufak bir kazayı UV filtresini kaybederek de olsa hasarsız atlattı. Bu benim keyfimi kaçırmadı dersem, oldukça büyük bir yalan söylemiş olurum; ancak zamanla sakinleşip kendime geldim. Köyceğiz’e geldiğimizde bir yerde durup göl kenarına gittik. Sahil şeridi oldukça güzel düzenlenmiş, yürüyüş için birebir. Sahil dediysem göl kenarı. Oldukça sessiz, sakin bir yer Köyceğiz; tam kafa dinlemelik. Biz pek fazla gezme fırsatı bulamadık; ancak kafa dinlemek dışında yapabileceğiniz pek bir şey yok. Göl kenarında bir kaç restoran ve kafe dışında pek oturulabilecek bir şey yok. Köyceğiz’de kısa bir duraklamadan sonra bugünkü asıl amacımız olan Dalyan’ın yolunu tuttuk. Dalyan’a vardığımızda bir gün önceden konuştuğumuz Lindos Pansiyon’un yolunu tuttuk. Pansiyona gelip odamıza yerleştik. Bu sırada pansiyonun göl kenarına geldiğimizde ağzımız açık kaldı. Karşımızda kayalar içine oyulmuş Kral Mezarları tüm heybeti ile o kadar güzeldi ki; ilk düşündüğüm burada yaşlanabileceğim oldu. Göl kenarında ağaçlar arasında bir pansiyon, önünde sakin bir göl ve karşınızda kayalar içinde Kral Mezarları; daha ne istersiniz ki. Öğlen sıcağında göle girmeyelim dedik; ileride deniz varmış. Arabamıza atlayıp denize bakmaya gittik. İztuzu Plajı’na giriş ücretli; ücretli olmasının yanında burası koruma altında, çünkü karetta karettalar için doğal yumurtlama bölgesi. Bu nedenle plaja giriş sabah 8’den akşam 8’e kadar. Biz hakkımızı denizden yana kullanmamaya karar verdik. Pansiyonumuza dönüp odamızda biraz dinlendik ve internete girdik. Malum yatak bulunca hakkını vermek lazım =) Güneş etkisini yitirince göl kenarına indik.
Gölde Kano Keyfi

Saat 5’ten sonra pansiyon ücretsiz kano sağlıyor. Kano ile yaklaşık 2 saat gezindik ve fotoğraf çektik. Göl sefamızın ardından odamıza geçip, kendi imkanımız ile akşam yemeğimizi yedik. Hava kararınca laptoplarımız alıp göl kenarına indiğimizde bizi bir sürpriz daha bekliyordu. Kral Mezarları ışıklandırılmıştı. Gecenin karanlığında göle yansıyan yansımaları ve müthiş güzel ışıklandırılmaları ile Kral Mezarları kesinlikle görmeye değer. Yazıyı çok uzatmayayım malum bu gece yatak var, gezinin ilk ve son yatağı olabilir; bu nedenle hakkını vermek gerekir.

Gece Işıklıandırılan Kral Mezarları

Bu gün için size naçizane tavsiyem Dalyan’ı görmelisiniz. Göl kenarında doğayla baş başa kafanızı dinleyeceğiniz, kendinizi bulacağınız muazzam bir yer Dalyan. 5 yıldızlı bir otel konforunu bulmak için değil ama gidebileceğiniz en iyi pansiyonlar kesinlikle Dalyan’da.

Ege Akdeniz Turu 2. Gün

2. gün yazımı neden gününde yazmadığımı sorarsanız hemen cevaplayayım hiç ama hiç halim yoktu.
Yolun zorluklarını anlatmadan sabahı anlatmakta yarar var. Sabah Gümüşlük'te uyandık. Tavşan Adası'nın karşısında, Gümüşlük sahilinde belediyenin şemsiye ve şenzlongları var. Ücretsiz, gerçi sabah saat 8 olduğundan pek şemsiyeye ihtiyacımız olmadı; ama şezlong üstünde kahvaltımızı yaptık. Tavşan Adası'nda kazı çalışmaları olduğu için adaya gidemedik; ama denizi oldukça güzeldi. Kazı olmadığı zamanlarda belinize kadar su içerisinde yürüyerek ve tabii ki isterseniz yüzerek adaya gidebiliyorsunuz. Kim bilir belki kazı çalışmaları bittikten sonra Tavşan Adası'na girişler ücretli olabilir. Deniz sefamız bittikten sonra yola çıktık. Bodrum'a Türkbükü, Yalıkavak tarafından gittik. Yol üstünde arabadan inip fotoğraf çekecek yerler mevcut, bunun dışında tarihi değirmenler de hemen yol kenarında; arabanın içerisinden bile fotoğraflarını çekebilirsiniz.
Gelelim Bodrum-Marmaris yoluna. Öyle bir yolculuk yaptık ki; düşman başına. Yok yok haksızlık etmeyeyim o kadar da kötü değildi. Sadece biraz uzun ve virajlıydı. Bodrum’dan sonraki durağımız Akyaka olacaktı. Akyaka’ya Milas üzerinden yani insani yollardan gitmeyip sahil şeridini gezelim dediğimiz için çektik bu kadar acıyı. İlk durağımız Mumcular oldu. Mumcular’dan zar zor aldığımız yol tarifleri sonucunda Çökertmeye vardık. Çökertme öyle büyük bir yer değil deniz kenarında, lüks yelkenliler yanında uzanan 300 metrelik bir sahil kasabası Çökertme.

Bozuk yollar ve güzel bir orman yolu

Çökertme’den çıktıktan sonra bitmek bilmeyen dağ yolları ile Ören’e geçtik. Yolların kötülüğü hakkında konuşmayacağım, konuşursam susmam. Yollar kötü olsa da manzaranın muhteşem olduğunu söylemeden geçmemeyim. Sırf o manzara için bu yol kesinlikle çekilir. Dalgaların kayaları çarparak kırılması ve Yağmur Ormanlarını andıran, Türkiye'deki büyük şehirlerde görmediğim kadar yeşil bir tabiat. Yol boyunca kaç defa durup fotoğraf çektiğimizi hatırlamıyorum bile. Yol üstünde bir yer var ki; tüm yorgunluğumuzu atmamızı sağladı: Akbükü. Akbükü, doğal koruma altında ve giriş ücretli; ancak çok cüzzi bir ücret. Ben konuşmayayım isterseniz. Fotoğraf size her şeyi anlatacaktır.

Turkuazın hakkını veren denizi ve uzun sahil şeridiyle Akbükü

Bu yol sonunda Akyaka’ya ulaştık. Akyaka beklediğimiz gibi değildi. Burada kalmamaya karar verdik. Yoldan geçenlere Gökova’yı sorduk. Malum adı duyulmuş bir yer. Çocuklar abi orası köy, tahmin ettiğiniz gibi bir yer değil, her şey burada dediklerinde; kendimizi gülmekten alıkoyamadık. Birer soğuk içecek içip Marmaris’in yolunu tutmaya karar verdik. Bu nedenle gezimiz 1 gün kısalacaktı ama olsun.

Marmaris'ten bir akşamüstü manzarası

Marmaris’te karnımızı bir güzel doyurup, tatlılarımızı yedik. Tatlı olmazsa olmazımız neden mi? Çünkü internet var =) Tatlı yerken bir sonraki günü de planını yaptık. Dalyan’da bir pansiyonda kalacaktık; bir kaç telefon konuşmasının ardından yerimizi ayarladık. Unutmadan söyleyeyim sadece 1 gün için pansiyonlar rezervasyon yapmıyor. Eğer Dalyan’da bir günlüğüne kalacaksanız buna dikkat edin. İnternet olmasına rağmen o kadar yorgundum ki günü anlatacak güç bulamadım. Gece İçmeler tarafında kendimize kalacak yer aradık. Arabayı sakin ve ışık almayan bir yere çektikten sonra 2. günü de bitirmiş olduk.

2. günden size önerim Akyaka ve Gökova’ya gitmeyin. Görmeniz gereken pek bir şey yok. Bunun yerine Bodrum, Gümüşlük’te daha fazla kalın veya hemen Marmaris’e geçin. Benden size günün tavsiyesi budur =)