15 Kasım 2011 Salı

Sanat‘ÇI’

Şu aralar ne kadar çok hayal kuruyorum; ama hayal kurmak iyidir, zihni güçlendirir. O nedenle hadi gelin bir hayal kuralım...

Diyelim ki Fırutya diye bir ülke var dünyada ve bu ülkede sanata son derece büyük bir saygı gösteriliyor. Ben bu hayalimde saygıyı gösteriş biçimleri olarak kıyafetleri kullanmak istiyorum. İstisnasız her konserde insanlar takım elbiselerini giyiyor, bayanlar tuvaletlerini, biraz daha genç olan erkekler kumaş pantalon ceket, genç bayanlar ise kısa elbiseler; ortam oldukça şık. Peki neden böyle? Siz hiç sahnede şortla çalan bir kemancı gördünüz mü veya üstünde bir marka olan t-shirt olan bir flütçü. Görmediniz, göremezsiniz. Onların size gösterdiği saygı buysa siz de onlara bu saygıyı göstermelisiniz. En basitinden empati yapın siz elbisenizi veya takımınızı giymiş sahnedesiniz karşınızda seyirciler yazlıktan gelme şortlarla veya kot pantolonlarla. O anda ne hissedersiniz? Hislerinizi bir düşünün, düşündüyseniz hayal etmeye devam edelim. Bir de başka bir ülke var Tarlize. Bu ülkede de konserlere insanlar normal şekilde giyinip gidiyorlar; ancak benim hayalimde insanlardan çok başka bir grup önemli. Hatta bu ülkede hayali bir şehrimiz olsun İzpür. Bu İzpür şehrinde bir konservatuar var ve bu konservatuarın öğrencileri konserlere hiç özenmeden, arkadaşlarıyla buluşmaya gider gibi gidiyorlar. Benim burada sormak istediğim şu: Normal insanlar ne giyerse giysin, o da kesin tartışılır ama siz yıllar sonra sahnenin öbür tarafında olacaksınız. Siz orada papyonla veya elbise ile otururken karşınızdaki insanlar sizin gibi gelse ne düşünürsünüz? Diyecekler ki hemen aman gelsinler ne olacak. O işler maalesef öyle değil. Ben üzerinde çok fazla konuşmak istemiyorum. Sadece hayal ettim, sizin de hayal etmenizi istiyorum. O gençlerin beş-on yıl sonra gelecekleri yerlere ne kadar saygı gösterdiğini, o konserleri ne kadar önemsediklerini düşünmenizi istiyorum. Diyeceksiniz ki sadece giysi ile saygı olmaz, haklısınız kesinlikle katılıyorum; ama çok daha gelişmiş, medeniyetin beşiği olan Fırutya isimli ülkede durum neden böyle değil?

Bitirirken hatırlatmakta yarar var: Yukarıda yazanlar tamamen benim hayal ürünümdür. Tüm ülke ve şehir isimleri hiçbir şekilde hiçbir yer ile bağlantılı değildir. Amacım kesinlikle birilerini rencide etmek değil; aksine insanların biraz düşünmelerini sağlamaktır. Lütfen üzerinize alınmayın, sadece üzerine düşününüz.

6 Kasım 2011 Pazar

Ölüm Sol Cebimde

Takvim yaprakları 6 Kasım 2010’u gösteriyordu....

Charles Bukowski bir kitabında der ki: Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümüne ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: “Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım.”

Ben de -gayet kısa olan- hayatım boyunca hep ölüme bu kadar yakın olduğumu düşünüyordum; hatta Bukowski’nin bu sözlerini okuduğumda “Tanrım! Bu sözler benim için yazılmış” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Ben ki ölümün aslında bu kadar yakın olduğunu, sol cebimden hiç çıkarmayan bir kişi; aslında ölüme yakın olmak hakkında hiçbir şey bilmediğimi anladım. Ölüme yakın olmak, bunu bilmek veya düşünmek değil! Bilmek veya düşünmek uçsuz bucaksız çöldeki bir kum tanesi sadece. Nasıl o kum tanesine bakıp çölü hayal edemezseniz; ölüme ne kadar yakın olduğunuzu düşünerek de ölüme yakın olmanın ne demek olduğunu hayal edemezsiniz.

İnsan beyni, Einstein’ın da söylediği gibi görecelidir. Gerçek zamanla geçen her üç saniye beyinlerimiz tarafından üç saniye olarak algılanmaz. Kimi zaman hiç hissetmedim ne çabuk geçmiş veya sanki zaman ilerlemiyor cümlelerini mutlaka duymuşuzdur. İşte bu beynimizin bize yarattığı bir oyun. İster algıda seçicilik diye adlandırın, isterseniz zamanın göreceliği... Kuduz bir köpekten kaçtığınız üç saniye sizin için üç dakika gibidir. Hiçbir zaman beyniniz onun üç saniye olduğunu algılamaz, sizin oraya yaptığınız hareketler -belki de her biri milisaniyeler içinde gerçekleşiyordur- sizin için çok uzun birer harekettir. Her anı o kadar net hatırlarsınız ki, işte zaman sizin için yavaşlamıştır. Hayatımızda birçok kez karşımıza buna benzer durumlar çıkacaktır. O baskı, stres ve korku anlarında çok kısa sürelerde çok doğru kararlar vermek zorunda kalacağız. Aslında bunu Amin Maalouf’un şu sözüyle düzelteyim: “Öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir.” Hatta bazen verdiğimiz kararlardan sonra pişman olacak zamanımız olmayabilir.

Tüm bunları neden anlattım değil mi? Hayatınızda ölüme çok yaklaştığınız anlarda, zaman öyle durağanlaşacaktır ki; işte o anlarda ölümün ne olduğunu kemiklerinize kadar hissedeceksiniz. İşte o anlarda göreceksiniz ki, düşündükleriniz sadece birer kum tanesi. Gerçek... Gerçek acımasız, daha şunu yapacaktım demeye kalmadan bir bakmışsınız ki her şey bitmiş. İşte ölümü düşünmek ile hissetmenin en büyük farkı burada. Ölümün yakınlığını düşünenler; ölmeden şunu yapayım, şunu söyleyeyim, bu içimde kalmasın, bu böyle olsun gibi birçok şey geçiriyorlar akıllarından; işte öyle olmuyor. Ölümü hissettiğiniz anda, yapmadığınız o kadar çok şey olmasına rağmen bittiğini düşünüyorsunuz. Bazen bir yerlerde okursunuz “bugün hayatınızın son günü olsa ne yapardınız”, işte o gün bugün diyeceğimi sanıyorsanız yanıldınız. O gün dündü ve bitti, şimdi öleceksiniz. Umarım ölümü gerçekten hissetmenin ne demek olduğunu biraz olsun anlatabilmişimdir.

...Keskin bir fren sesi duyuldu ve ardından kamyona çarpan araba görüldü. İnsanlar büyük bir telaşla arabaya koştular. Arabadaki manzaradan herkes korkuyordu. Arabanın yanına geldiklerinde büyük bir şans eseri arabanın içindeki gencin burnu bile kanamıyordu...